Önemsiz Bir Adam

Karadeniz kıyısında bir şehir burası. Mevsim sonbahar. Sonsuz maviliğin kenarında yazdan kalma bir gün cereyan ediyor. Güneş el sallıyor tren garındaki yolcu misali. Kızıllığı bir veda busesi mahiyetinde gökyüzünü sarıyor. Bir çocuğun halının üstüne dağıttığı misketler gibi kayalıkların üstüne yayılmış onlarca insan var sahilde. Çoğunun oltası elinde; bazısı ise sistemi kurmuş ve oltalarını kayalıkların arasına sıkıştırmış. Hep birlikte öylece denize bakılıyor ve ufuk çizgisinde bakışlar eriyor. Bu bekleme serüveni farklı şekilde yaşanıyor. Kimisi yanındakilerle eğlenerek, bir şeyler yiyerek beklerken, kimisi iç sıkıntısını denize gömme fırsatını değerlendiriyor. Sevdikleriyle gelenler daha şanslı bu yolculukta. İnsanın yanında sevdiği biri olunca sorunlar kahkahalar eşliğinde sanki hiç yokmuşçasına arka plana atılabiliyor. Sadece şanslılar yok ama bu sahilde. Bir de yalnızlar var. Yalnızlık çoğu zaman şanssızlık değil midir? Güzel bir ânı biriyle paylaşamamanın verdiği yoksunluğu içlerinde barındıranların, kızıl boyalarla renklenen mavi denizi tek başına izleyenlerin sayısı hiç az değil. Deniz zaman geçtikçe güneşin kızıllığını biraz daha sahipleniyor. Babasının oltayı tutan damarlı eline bakan bir çocuk, arka planı kaplayan renk cümbüşünde geleceğin damarlara benzeyen kıvrımlı yollarından nasıl geçeceğini tahayyül ediyor. Konuşma sesleri martıların seslerine karışıyor. Gülüşmeler kulaklara erişiyor. Bisikletliler iç kısımdaki sahil şeridinde turluyor. Gençler sesli biçimde gülüyor. Üç dört tanesinin sesi haddinden fazla yükseliyor, sonra kayalıklara çarpan dalga misali kırılıyor. Yazdan esintiler sunan bu güzel gün insanları mutlu ediyor. Daha geçen gün sağanak şeklinde yağan yağmur hemen unutuluyor. Böyle günlerin kıymetini bilmek gerekiyor, diye düşünülüyor, belki de düşünülmüyor, gelişine yaşanıyor, birazdan hava kararacak nasılsa, karanlığa gömülmeden önce son kez tadını çıkarmak gerekiyor, diyor derinlerden bir ses ve neşe saçıyor insanlar. İnsanların çoğu keyif alıyor gibi görünüyor. Bir de öyle görünmeyenler var; ânın tadını çıkarmayan veyahut çıkaramayan, dertleri zihinlerini bir virüs misali ele geçiren bahtsız kullar bunlar. Neyse ki onlar için de deniz var; kızıl gökyüzünde ve mavi denizde düşüncelerini batıranlar mütemadiyen mevcuttur böyle yerlerde. Deniz iyi ki var; insan denize bakınca kendisinin ve akıl kurcalayan sorunlarının o kadar da devasa olmadığını keşfediyor. Deniz olmasaydı sorunlar daha büyük görünmez miydi?

 

Tek başına oturan bir adam sahilde kamufle olmuş, neşe saçan insanların arasında hiç dikkat çekmiyor. O kadar dikkat çekmiyor ki, kimse dönüp bakmıyor. Anlamsız bir detaydan farksız. Ne bir oltası var elinde ne de bir sevdiği var yanında. Bir müzayedede sergilenen çok değerli bir tablo da değil ya sahil, kimse önemsiz detayları incelemiyor ve o detaylara anlam yüklemiyor. Bu adamdan daha önemsiz bir detay yoktu sahilde. Önemsizliğin ruhuna işlediği bir tepki sirayet etmiş bedenine. Dikkat çekmeyen bu adam çevresiyle hiç ilgilenmiyor. Altmışlarından birkaç lokma almış, yaşanmışlıkların mürekkebi suretine akmış bir adama benziyor. Alnındaki derin çizgiler artık yerleşmiş suratına. Gözlerinin ışıltısı acaba ne zaman sönmüş, diye düşündürüyor. Geçen zamanı sinir sistemi sindirememiş ve yaşanan olaylar çökük omuzlarını yerçekimi ile dost yapmış sanki. Üstünde yüz sene evvel bile garipsenmeyecek kadar sıradan kıyafetler var, bugün de garipsenmiyor, ama sanki soğuk bir yerden ışınlanmış gibi, üstündeki kasvet bu havaya, bu güneşe, bu denize ihanet anlamı taşıyor. Kızıl gökyüzüne bakarak da mı mutlu olmadın be adam, diye haykırtacak cinsten bir hüzün çökmüş çizgili suratına. Hüzün mü yoksa yalnız kalan bir insanın içine düştüğü bilinmezlik mi tam olarak anlaşılamıyor. Yanında da bir köpek... Kendinden geçmiş bir zavallı. Daimi bir dostluk mu bu, yoksa günübirlik bir arkadaşlık mı? 

 

Uzaklardan köpek sesleri yükseliyor. Adamın yanındaki köpek hemen başını kaldırıyor, kulaklarını yükseltiyor, acaba benlik bir durum var mı, dercesine bakıyor sahil şeridinin kenarındaki çimenlerde oynayan kardeşlerine. Evvela çekingen adımlar atıyor, adam ona hiç bakmıyor, sonra gayriihtiyari bir bakış atıyor giden köpeğe, köpek arkasını dönmüyor. Adam tek başına kalınca üstünü silkeliyor, köpeğe gözdağı veriyor sanki, artık burada sana yer yok mu demek istiyor? Yine uzaklara bakıyor. Ufuk çizgisinde kim bilir hangi filmler oynuyor. Kim bilir kimler çıktı bu hayattan. Kimler girdi, kimler gitti, kaç kişilik mezarlık var bu adamın zihninde? Ölenler, gidenler ya da yaşayan ölüler. Yalnız bir adam olmalı, dedirten cinsten bakışları. Eşini mi kaybetmişti, evlatları hayırsız mı çıkmıştı, yoksa hiç evlenmemiş ve bunun eksikliğini mi hissetmişti? Sahildeki en önemsiz adam olmak, arka planında bir şeyleri barındırır. Kolayca başarılabilen bir mertebe değildir. Hayatın sillesini birkaç defa tatmadan o noktaya çıkabilmek veyahut -kimisine göre- o noktaya inebilmek imkansızdır. Bu adamın yediği darbeler bir iki defalık bir şeymiş gibi durmuyor. Eşi çekip gitmiş olmalı başka evrenlere. Ya çocukları? Onlar da babalarını bir başına bırakmışlar, yapayalnız koymuşlar memleketlerinde, kendileri İstanbul’da veya Ankara’da cirit atadursunlar. Emeklerinin karşılığında hiçbir şey alamayan bu adam denize hisli hisli bakmasın da kim baksın? Derin bir of çekti o sırada ve saatine baktı. Ne büyük tesadüf! Zihinlerimiz aynı düşünce caddesinde mi kesişti? Okyanusun en dibinden yüzeye çıkmışçasına bir nefes alıyor ve veriyor. Eşi mi geldi aklına? Ya saat? Dünyada geçirdiği her bir saniye onun için ıstırap anlamı mı taşıyor? Akrep ve yelkovan ruhunu mu yaralıyor? Eşi olsaydı böyle olmazdı. Sahiden ne olmuştu hayat arkadaşına? Bir hayat arkadaşı olmuş muydu? Adama baktım, aklımda ihtimaller döndü. Eşi vardı ama artık yoktu. Tak diye ölmüştü. Üstelik adamdan dört beş yaş gençti. Ah kanser belası, yaşı maşı dinler mi hiç… Devlet hastanesindeki doktor evvela bir şey bulamadı, sonra bir başkası teşhisi koydu kanser diye, ama Nebahat Hanım çok ilerlemiş, acilen kemoterapi. Alnındaki çizgilerin biri o gece düşmüştü tavana bakarken. Tavan yarı karanlıktı. Sokak lambasının turuncu ışığı yansıyordu. Sessiz bir sinema kurulmuştu tavanda. Sokaktan geçen arabaların parlak farları tavanı aydınlatınca karısı ve malum beyaz ışık aklına hücum ediyordu. Otuz senelik hayat arkadaşını nasıl bırakacaktı? Onsuz yaşamanın ne tadı ne tuzu olurdu. Bunları düşünüyordu. Yaşam denen oyunun sonu böyle mi geliyordu? İnsan sevdiklerini gömmeye başlar, sonra sağlık problemleri bir bir çıkar, en sonunda da seni gömerler işte, diyordu içinden. Ayakkabılığın, dolabın veyahut komodinin üstüne bir fotoğrafını koyarlar mıydı? Bir fotoğrafa mı hapsolacaktı koskoca beden? Torunları görünce hiçbir şey hissetmeyecek miydi? Belki bir torunu da başka bir evde ona yer verirdi. Torununun çocuğu ihtiyar büyük dedesinin asık suratını görünce korkardı, çocuklar için bir hayaletten farksız mı olacaktı? Sonrasında o fotoğraf da bir yerlere kaldırılınca sonsuza dek evrenden silinip gidecek miydi? Çoğunlukla böyle olurdu. O gece tavanda neler döndü durdu. Günler değişti, düşünceler değişmedi. 

 

Zihninin çeperlerine hücum eden ihtimal gerçekleşince artık yapayalnız kalmıştı. Duvara büyükçe bir fotoğraf asmıştı. Fotoğrafın çerçevesini mezar taşını anımsatan bir renkten seçmişti. Eşini toprağın altına gömünce topraktan nefret etmişti. Sonrasında geçmişti. Belki ben de ölürüm, diye düşündü, belki ben de ölürüm mermer mezar taşı yapılana dek. İkimizinkini birlikte yaptırsın hayırsız puştlar, dedi içinden. Fakat ölmedi. Ölmemiş ki sahilde şimdi. Sigarasını ateşliyor, bir derin nefes çekiyor, ağzından burnundan dumanlar kararmaya başlayan gökyüzüne karışıyor. Dudaklarının arasından süzülen sigara dumanı karısının ruhuna bir buse kondurur mu, diye sorguluyor, ağlamaklı oluyor ya da karanlıktan ötürü bana öyle geliyor.

 

İyice kararıyor hava. Güneş başka dünyaları aydınlatmaya gidiyor. Arkasında kocaman bir karanlık bırakmaya hazırlanıyor. Gökyüzündeki kızıllık birkaç fırça darbesinden ibaret artık. Deniz karanlık mı karanlık bir hâl alıyor. Balıkçılar oltalarını topluyor yavaştan. Plastik yoğurt kaplarının içinde sallanan irili ufaklı balıklar ruhlarını heyecanlandırıyor. Balıklarla övünmeye hazırlanan zihinleri şimdiden mutlu oluyor. Güneş gider gitmez hava serinliyor, rüzgârın şiddeti artıyor sanki. Gençler de toplanmaya başlıyor, insan cıvıltıları yerini doğanın seslerine bırakıyor. Yaz günlerini anımsatan bir sonbahar gününde neyin ne olduğu günün sonunda ortaya çıkıyor. Sonbahar sessizliği sarıyor sahili.

 

Önemsiz adam kalkıyor. Üstünü başını silkeliyor. Sigara paketini hırkasının cebine sıkıştırıyor. Kayalıkların üstünden zorlanarak ilerliyor. Bir kayalıktan diğerine atlarken izleyenleri güldürecek cinsten hareket ediyor. Kayalıklar nihayet bitiyor. Telefonuna bakıyor. Çalmayan bir telefon olmalı bu, diye düşündürüyor. Birdenbire beklenmedik bir şey oluyor, telefonu kulağına götürüyor, tok bir sesle “Sahildeki üst geçidin orada, merdivenlerin yanındayım… Tamam, bekliyorum.” diyor. Telefonu cebine sokuyor. Bir süre sonra ona doğru yaklaşan bir kadın çıkıyor karanlıktan. Elindeki ufak poşetlerden anlaşıldığı üzere bir alışverişten geliyor kadın. Adamın suratı aniden değişiyor. Gülüşmeler başlıyor. İkisinin de yüzündeki çizgiler artıyor. Kadının elinden poşetleri alıyor adam. Gökyüzünün karanlığı bile gölgeleyemiyor bu gülüşü. Sahildeki adam birdenbire önemli birine dönüşüyor. Birileri tarafından değer gördüğünü haykırıyor tüm sahile. Yeryüzüne daha emin biçimde ayak basıyor sanki. Önemsiz adam önemsiz değil artık. Sahilden şehir merkezine doğru yavaş adımlarla yürürken, onu izleyen yalnız bir adama yalnızlığın kötü bir şey olduğunu hatırlatıp karanlık göğün altında minik bir hikâye oluyor ve güneş gibi gidiyor başka dünyalara. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kırmızı Leğen

Kırmızı Sepet

Topal İhtiyar