Akıl Karantinası

Üstünde yıpranmış bir mont, elinde çay bardağı... Televizyonda hep bir ağızdan konuşan insanları dinliyordu. Reklama gitmek zorunda olduğunu söyleyen moderatörün susmasıyla evde birkaç saniyelik bir sessizlik oldu. Reklam müziği başlar başlamaz annesi lafa girdi, sonra babası. Yüksek sesli konuşmaları televizyonu bastırdı. Genç adam ise elindeki çayı yudumladı. Muhafazakar bu ailenin en ufak çocuğu R., ailesiyle pek paralel düşünmezdi. Ancak annesinin ve babasının her dediğini gerçekleştiren abisine ve ablasına bakınca onların mutlu olduğunu fark ediyor ve sorunun kendisinde olduğunu düşünüyordu. Annesinin de babasının da yaptığı fedakarlıklar yaşadığı şehirden doğduğu kasabaya kadar yol olurdu. İstanbul’dan o topraklara çok yol vardı. Bunu düşündü, tüm fedakarlıklar ne içindi, ne olabilmişti emin değildi. Bu sırada babasının çayı içerken çıkardığı sese sinir oldu: hüüüüüüüüp. Bir şey demedi. Oturduğu koltuğun yanındaki pencereden dışarı baktı, diğer apartmanların solmuş yüzeyi ve gökyüzü görülebiliyordu ancak. Karşı binayı yaptıran kişi olmalıydı adını kocaman harflerle yazdıran: YUSUF APARTMANI. Gökyüzü kapalıydı, kara bulutlar sarmıştı şehrin dört bir yanını. Hava soğuktu, rüzgâr etrafta kalan tek tük yeşilliği sanki koparmak istercesine zangır zangır titretiyordu. Yaprakların dalgalanmasını izleyerek çayını yudumladı sessizce. Deniz kenarında olduğunu varsaydı, ince ince esen tatlı bir meltem hissetti saçlarında, çayın sıcaklığı içini yaktı kızgın bir güneş gibi, dudakları kurudu aniden. Babası sıradan bir şey sordu, irkilerek uzaklaştı deniz kenarından. Evet, dedi, annesiyle babası yeniden yüksek sesle konuşmaya başladılar.

Deniz kenarını düşünmek mi, yoksa çay mı iyi gelmişti bilemedi ama ısınmış hissediyordu. Montunun önünü açtı. Evde mont giymeye alışmıştı. Doğal gaz faturaları pek yamandı, hem oldu olası ısınmaya para vermeyi gereksiz bulurdu. Vücut sıcaklığına güvenirdi ama çoğu zaman üşürdü, montu ona arkadaşlık ederdi. Annesi bu duruma ara sıra takılırdı, bazen oğlunun cimri olup olmadığını, ileride onlara maddi anlamda yardım etmek için elinden geleni yapıp yapmayacağını sorgular bazen ise dışarının pisliğini eve getireceksin, derdi ama sonrasında dışarıya pek çıkmadıklarını hatırlayıp susardı. R., üstündeki gri montu dışarıda giymeye utanıyordu artık. Bakkala giderken bile giymiyordu. Mont da tıpkı ruhu gibi yıpranmıştı yıllar içinde, R., bazen ruhundan da utanıyordu tıpkı montundan utandığı gibi. Ruhunu, cıvıltısını ışıltısını kaybetmiş buluyordu. Montunun bazı yerlerinde yağ lekeleri vardı. Bu lekeler griliğin üstünde karanlık noktalar oluşturuyordu, ruh hâlinin üstündeki karanlık bulutlar monttaki yağ lekelerinin bir yansımasıydı, montuyla ruhu yarışıyordu, bu yarışmanın galibi hiçbir zaman R. olmuyordu. Dışarıya bakarak çayını yudumlamaya devam etti, annesiyle babasının konuşmaları yavaşça silindi arka plandan. Aklının derinliklerindeki ücra odalar, hakikatten daha çekici geliyordu. Fakat orada dahi bir şekilde hakikate bağlanan kapılar bulunuyordu. Geleceğini düşündü. Otuz yaşına bir şey kalmamıştı, elinde avucunda hiçbir şey yoktu, zaman tuhaf bir şekilde geçip gitmişti, çocukken yaşlı bulduğu yaşlara hızla adım atıyordu ancak doğru düzgün bir işe sahip değildi, üstelik depresif hissettiği gecelerde arayabileceği, desteğini hissedebileceği bir sevdiği de yoktu. Eskiden vardı ya da olduğunu sanmıştı, o zamanlarda da mutlu muydu bilemiyordu, geçmişte ufak şeylerle mutlu olmayı bilmezdi, her şeyin en güzelini isterdi, şimdi değiştiğini düşünüyordu ama en son ne zaman mutlu hissettiğini hatırlamıyordu. Beklentileri yaşıyla ters orantılı bir şekilde azalmıştı. Yaş arttıkça beklentileri azalıyor ama mutlu hissettiği anlar garip bir şekilde artmıyordu. Yalnızca zaman geçiyordu, onunla beraber ruhundaki çizgiler kalınlaşıyordu, o çizgiler suratına yansıyordu. Gözlerinin altı pürüzsüz değildi artık, kendine yakıştıramadığı değişimler yaşıyordu, sürekli gençlerle iç içe olduğundan daha da yaşlanmış hissediyordu. Tek tük çıkan beyaz saçlar el sallıyordu, merhaba, diyordu her biri, buradayım ben. Gülünce gözlerinin etrafında çizgiler belirginleşiyordu, neyse ki çok gülmüyordu, bunu düşününce acıklı biçimde gülümsedi, bu çizgileri seksi bulan kadınlar olduğunu okumuştu gereksiz bir dergide, sahiden öyle mi, diye düşündü, bilemedi, inşallah öyledir, deyip iç çekti.

Reklamlar sona erdi. Televizyondaki uzmanlar yüksek sesli bir şekilde birdenbire tartışmaya başladılar. Konu yine tüm dünyayı saran virüs belasıydı: Koronavirüs. R., başlarda hafife almıştı, dışarıda maskeli birilerini görünce de bıyık altından sırıtmıştı, insanlar her şeye hemen adapte oluyorlar, diye düşünmüştü. İşine giderken maskeli bir sürü insan görmeye başlamıştı. Devlet okullarında öğretmen olmak için KPSS denilen sınava çalışan R., bir yandan da karın tokluğuna bir etüt merkezinde lise öğrencilerinin çözemediği soruları yanıtlıyor ve verdiği hizmet karşılığında etüt merkeziyle anlaşması gereği çalıştığı saat başına para kazanıyordu. Pek de samimi olmadığı öğrencilerden birkaçı ergenliklerine has gülümsemeyle okulların kapanacağını ima ederken onları pek ciddiye almamıştı. İşler beklediği gibi gitmedi. Virüs sebebiyle kapatılan tüm eğitim kurumları gibi, onun çalıştığı etüt merkezi de kapatıldı. R. de işsizler ordusuna yeniden adını yazdırdı. Çalıştığı yerin müdürü ona ve onun gibi birkaç yarı zamanlı öğretmene durumu kibarca açıklayınca ne diyeceğini bilememişti. Ucu açık bir şekilde eve gitmişti, başka bir iş bulması imkansızdı artık, özel ders vermeyi düşündü, bu zamanda kim evine bir yabancıyı sokar, diye geçirdi aklından, kimse. Birkaç ay yetecek kadar parası vardı, KPSS’ye daha iyi çalışırım, diye düşündü ama bir yandan da işsiz güçsüz kalmak zoruna gitmişti. Şunun şurasında otuzuna iki sene kalmıştı ama hâlâ daha bir dikiş tutturamamıştı, arkadaşları bir bir evleniyor, kimisinin çocuğu oluyor kimisi onu bunu şunu alıyordu, ailesine kimseyi umursamadığını söylüyor ama içten içe eziliyordu, ruhu bunalıyor, hayal ettiği yaşamın çok uzağında olduğunu fark edince etrafı dikenli tellerle çevrili verimsiz topraklara hapsolmuş gibi hissediyordu.

Lisedeyken bir hayali var mıydı pek emin değildi. Bazı çocuklar hemen karar verirdi, doktor olacağım, mühendis olacağım... R., “Ne olacaksın?” sorusunu duyunca boşluğa bakıp bir şey bulamayanlardandı, böyle düşününce hâlâ daha bir şey olamadığını düşünüyor ve iç çekiyordu. En azından şimdilik bir şey başaramadığını düşünüyordu. İnsanların gözünde matematik öğretmeniydi ama çalıştığı etüt merkezinde derse girmesine bile izin verilmiyordu. Ancak köhne bir çatı katında pek tercih edilmeyen bir öğretmendi o. Soru sorma günlerinde etüt merkezinin popüler öğretmenlerinde yer bulamayan liseli gençler onun yanına çekinerek ilişirlerdi. Çoğunlukla telefonundan sosyal medyaya bakar, zaman su gibi akar, tek tük öğrenci gelince soruları hızlıca çözerdi. Öğrenciler tarafından pek tanınmazdı, biraz da soğuktu, içinin soğukluğu gözlerine de yansımıştı. Bazen gülümserdi, gülümseyince yüzündeki buzlar kırılırdı ama çoğunlukla aklındakiler yüzüne yansırdı, düşünceli bir ifadesi olurdu.

Matematik öğretmenliği hayalindeki meslek değildi ama matematikle arası hep iyiydi, matematiğin dünyaya anlam kattığını düşünürdü. Matematik öğretmeni olduğu için biraz da abartırdı matematiğin önemini. Kendisini ancak böyle kıymetli hissederdi. Ne yapsındı, değerli hissetmesine vesile olan başka hiçbir şeyi yoktu. Çözemediği integral sorusunu getiren öğrencinin sorusunu birkaç saniyede çözdüğünde bir anlığına süper kahramanmış gibi hissederdi, öğrenci yanından gidince durumuna acırdı. Yine de matematikle uğraştığı için şanslı olduğunu aklından geçirirdi. Bu coğrafyada hoşlandığı şeylerle alakalı mesleği olan kaç genç var ki, diye düşünürdü, sonra teselli ikramiyesi ile aklının derinliklerine yelken açardı, karşısına bölüm sonu canavarı çıkardı: KPSS. Bununla da sınırlı değildi, onca sınava girecek, mülakatlardan geçecek ve bir de atanmayı bekleyecekti. Şimdilik olmadı, daha iyisini yapabilirdi, inanıyordu, çalışıyordu. Televizyondaki doktorlardan birinin konuşmasına hipnotize olmuş gibi daldı birdenbire, Koronavirüs belki iyi günlerin habercisidir, diye geçirdi aklından, daha çok çalışabilir, sınava daha iyi hazırlanabilirdi.


Üç dört haftadır evdeydi R., annesi babası da hemen hemen benzer durumdaydılar. Onun işten çıktığını öğrenen babası önce R.’yi baba ocağına çağırmış, R. ders çalışma düzenini bahane ederek doğduğu ve nefret ettiği kasabaya dönmek istememişti. Doğduğu topraklara her gittiğinde bozkırın buhranı sanki omuzlarına çöker, ruhunu emerdi. İstanbul çok farklı mıydı bilemiyordu ama İstanbul’un saf bir enerjisi yoktu. İstanbul alengirliydi, kiminin acısıydı kiminin aşkıydı, bir semt sefa merkezi bir semt cefa merkeziydi. R. nedense seviyordu İstanbul’u. Anlam veremiyordu ama İstanbul’da bir filmin başrol oyuncusu gibi hissediyordu, oysaki süründüğü bile iddia edilebilirdi, kasabada ise önemsiz bir filmin hüznü ekrana sadece birkaç saniye yansıyan bir dublörü gibi hissederdi, gittiğinde de birkaç gün geçmeden içi sıkılmaya başlardı, İstanbul diye kıvranırdı. Annesi babası gelince kasaba da biraz gelmişti onlarla, yine de pek ses etmiyor, pişen sıcak yemeğin, birilerinin onu umursamasının kıymetini biliyordu. Onlar yokken yapayalnızdı. Yalnızlığın, bozkırın ruhunu emmesinden daha beter olduğunu sessiz karanlık duvarlarla konuşurken anlamıştı.

Üç dört günde bir evden çıkıyor, önce evinin yakınındaki parka gidiyor, biraz oturup sigara tüttürüyor, gökyüzüne bakıyor ve yanına oturan eski sevgilisi ile hararetli biçimde sohbete dalıyordu. Onun alımlı suratına bakarken aklındaki sorular katlanarak artıyordu. Dinlemekten çok konuşuyor, sonra iş kavgaya dönüşüyor, onun söylediklerini duyunca içi eziliyor ve gözlerini ovuşturduğunda ise eski sevgilisi tuzla buzla oluyordu. Derin bir nefes bazen her şeyin ilacıydı. Nefes alıp veriyordu. Abarttığını düşünüyor, akabinde kısa süreliğine unutuyordu. Sigarasını bitirdikten sonra maskesini geri takıp yolunu uzatarak marketin yolunu tutuyordu. Dışarıda daha fazla vakit geçirmek adına marketteki her şeye bakıyor, hatta kadın bakım ürünlerini bile inceliyordu zaman zaman. Günler monotondu, hiçbir hareket yoktu. Pek şikayetçi sayılmazdı. İşe gitmemesi dışında hayatında inanılmaz bir değişim olduğu söylenemezdi. Eski sevgilisini hatırlayınca biraz buruklaşıyor, aldatıldığını anımsayınca sinirleniyor, sonra da onun için değmez diyerek kendisini teselli ediyordu. Evde çoğunlukla ders çalışıyordu, ders dışında kalan zamanında ise daha önce izlediği dizileri tekrar ve tekrar izliyordu. Yeni bir şey izlemeye çekiniyordu, şimdi kim uğraşacak o kadar şeyi anlamakla, diye düşünüyordu, nerede gülüp nerede hüzünleneceğini biliyordu, tüyleri aynı sahnelerde diken diken oluyordu, herhangi bir sürprizle karşılaşmayacağını bilmek içini ferahlatıyordu.

Dışarı adımını attığı sıradan bir günde, kapıdan çıktıktan yaklaşık beş dakika sonra sigarasını yanına almadığını fark etti ve aklına küfretti. Evde sigara içemiyordu, bu duruma ara sıra içerliyordu, büyüklerin yanında sigara içmenin neden saygısızlık olduğunu sorguladı yürürken. Her zaman gittiği parka değil, birkaç yüz metre ötedeki parka gitmeye karar verdi. Beş dakika daha fazla yürüdükten sonra parka vardı. Burası her zaman gittiği parktan daha ufaktı. Parkın tam ortasında çocuk oyun parkuru vardı: Salıncaklar, kaydıraklar, tahteravalliler… Bomboştu hepsi. Ondan başka kimse yoktu. Banka oturdu, ağaçlara ve çiçeklere baktı. Bahar gelmişti. Buradaki yeşillikler daha canlı göründü gözüne. Eli cebindeki pakete gitti ama öyle bir paket yoktu. Sigara yakmış gibi davrandı, sigarayı tüttürdüğünü hayal etti, nefesi içine çektikten sonra beynindeki o rahatlamayı canlandırdı zihninde. Başarılı oldu, sonra o hissiyat yerle yeksan oldu. Bir kadının ağlamaklı çığlığını duydu. Birkaç metre ötesinde genç bir kadın telefonla konuşurken hem bağırıyor hem de ağlıyordu. “Bana bunu nasıl yaparsın?” diyordu. R., durumu iyice anlamak için gözlerini kısarak kadına baktı, hayali sigarasını elinden düşürmüştü. Kadın ağlayarak telefonu kapattı, parka girdi, gördüğü ilk banka yani R.’nin yanındaki banka oturdu, maskesini taktı, başını ellerinin arasına aldı, bir süre öylece durdu, sonra birdenbire başını kaldırdı ve aklına bir şey gelmiş gibi hızlı hareketlerle telefonunda bir şeyler aramaya koyuldu.

R., önündeki kaydırağı uzunca bir süre izledi. Genç kadının ona baktığını hissediyordu, o yüzden kafasını hiç hareket ettirmedi. Heyecanlandı. Kadının olduğu tarafa tam dönecekti ki, o sırada genç kadın “Çok affedersiniz, telefonunuzu kullanabilir miyim, çok önemli bir işim var da...” dedi. Şaşırmıştı fakat belli etmedi. “Kullanabilirsiniz.” dedi sakin bir edayla. Genç kadın, R.’nin telefonunda internet olup olmadığını sordu, evet der gibi kafasını salladı R., genç kadın yerinden kalktı, R.’nin telefonunu aldı ve yeniden kendi bankına gitti. Oturur oturmaz “Yanlış anlamayın, virüs yüzünden yanınızda durmuyorum, rahatsızlık vermek istemem.” dedi, R. ise sorun olmadığını söyledi. Genç kadın R.’nin telefonunu kurcalarken R. ise ara sıra genç kadına ara sıra arkadaki yoldan tek tük geçen insanlara ve otomobillere baktı. Genç kadın başını telefondan alamıyordu. R. ise her geçen saniye genç kadını biraz daha detaylı biçimde inceledi. Topladığı sarı saçlarına baktı evvela, dipten kendi saçları çıkıyordu ancak o saçlar da sarı tonlarındaydı. Paspal kıyafetlerle bile çok güzel vücut hatlarına sahip olduğu anlaşılıyordu, bacakları sütun gibiydi, kadının onu görmesinden endişe etti, çekinerek süzdü. Genç kadın sonunda başını telefondan kaldırabildi ve “Bir aceleniz yok değil mi?” dedi, R. kibarca bir işi olmadığını, hatta dışarıda daha fazla vakit harcamak için ara sıra daha uzaktaki marketlere gittiğini söyledi. Genç kadın sahte bir gülümsemeyle karşılık verdi ama gülümsemesi görülmedi. Bir süre sonra maskesini ağzından boynuna kadar indirdi ve o sırada cebinden sigara paketini çıkardı. R., kadının elini izlerken, genç kadın “Alır mısınız?” diye sordu, R. sıkılarak başını öne doğru salladı ve yerinden kalkarak diğer banka gitti, önce maskesini indirdi, genç kadınla göz göze geldiler, ardından sigarayı ve çakmağı aldı. Sevinçle sigarayı tüttürmeye başladı. Kısmetin nereden geleceği belli olmuyor, dedi içinden ve gülümsedi tahterevalliye bakarken.
Genç kadın ağzından çıkan dumanlar eşliğinde “Bu arada Eylül ben. Teşekkür ederim.” dedi ve telefonu R.’ye uzattı. R., kendini tanıttı, virüs hakkında birkaç laf ettiler, virüs R.’nin umurunda değildi. Genç kadın sigarasını bitirir bitirmez gitmesi gerektiğini söyledi, iyi günler diledi ve parktan yavaş adımlarla ayrıldı.

R., genç kadının ardından bakakaldı. Gidişini izlerken kalçalarına baktı, bu kadar güzel bir kadın niçin ağlar ki, diye düşündü, dünyanın kurallarının güzel kadınlar için geçerli olmadığını zannederdi, tüm o acımasız kurallar güzel bir kadının parmağını şıklatmasıyla yerle bir olur, diye düşünürdü, yanılıp yanılmadığını aklında şöyle bir dolaştırdı. Genç kadın parkın yakınlarındaki bir apartmanın kapısından giriş yaptı ve gözden kayboldu. R., telefonunu şüpheyle inceledi, telefonunda bir değişiklik olup olmadığına baktı, hiçbir şey fark edemedi. Parkta biraz daha oturdu, genç kadını düşündü, ince kaşları, maskenin üstünden ışıl ışıl parlayan gözleri aklında döndü durdu. Sonra evin yolunu tuttu, yolu hiç uzatmadı bu kez.

Ders çalışırken, dizi izlerken, yemek yerken… Aklından çıkmıyordu Eylül. Son zamanlarda annesi ve babası dışında kimseyle konuşmadığından mı, yoksa Eylül’den gerçekten etkilendiğinden mi böyle hissediyordu bilmiyordu. Gece yatağa yatarken aklına yalnızca eski sevgilisi gelirdi, yine gelmişti ama biraz çabayla eski sevgilisinin hayaletinden kurtuldu, ardından Eylül zihnine misafir oldu, kendisini salak gibi hissetti, aşağılık bir şıpsevdi miyim, diye düşündü, bilemedi, saçmalama, dedi tavana bakarken, aşk diye bir şey yok, yalnızlıktan ne hissedeceğimi unutmuşum, sıradan bir kız işte, bir daha görmem bile, diye söylendi. Genç kadın aklından çıktı, en azından çıktığını farz etti, yarın hangi derslere çalışacağını planlamaya koyuldu, planını bitiremeden uyuyakaldı.

Sonraki gün öğle saatlerinde annesinin yanına usulca yanaştı R., markete gideceğini, bir şeyin lazım olup olmadığını sordu. Annesi her gün evden çıkma, virüsü kapıp geleceksin, hem bir şeye ihtiyaç yok, dedi, R., bir şeyler uydurdu ve evden çıktı. Sigarasını yanına almayı unutmadı bu kez. Her zaman gittiği parkın yanından geçip bir önceki gün gittiği parka yürüdü. Oturdu, etrafı inceledi, kaydıraklar salıncaklar yine bomboştu, hava kapalıydı, ince bir rüzgâr esiyordu, ikinci sigarayı yakarken zorlandı, genç kadını aradı gözleri, ötedeki o apartmanın etrafına baktı, yarım saat kadar oturdu, ne gelen vardı ne giden. Kalktı, parktan çıkarken arkasına baktı, sokağı dönerken yine arkasına baktı, onu göremedi.

Eve gelince elindeki altılı maden suyunu buzdolabına bıraktı, sonra odasına gitti, masasında otururken Eylül’ü düşündü. Ne kadar masum bir gülüşü vardı, gözleri ne güzel parlıyordu, saçları güneşi anımsatıyordu, rengarenk bir kadındı. Bir zamanlar eski sevgilisi için de benzer şeyleri düşünmüştü, aklına geldi ve canı sıkıldı. Bir sigara yakmak istedi ama yakamadı. Pencereden dışarı baktı, her yer betondu, kedilerin sesleri kulağına geliyordu.

Ertesi gün daha erken saatte evden çıktı, yine her zaman gittiği parkı görmezden geldi, yürümeye devam etti, Eylül’ün orada olup olmadığını merak ediyordu ama bir yandan da pek umudu yoktu. Üstündeki kıyafetler her zamanki gibi dökülüyordu. Bol bir eşofman, bol bir mont, ayağında boyası parçalanmış bir bot… Ancak saçını özenle taramıştı. Hava güneşli ama serindi. İlkbahar güzel yüzünü göstermekten kaçınan bir gelin gibiydi. Parka geldi, bir adam gördü parkın diğer ucunda, tek başına oturuyor ve sigara içiyordu, başka kimse yoktu. Oturdu, maskesini boynuna indirdi, bir sigara yaktı, sonra bir tane daha yaktı ve bir tane daha. Normalde sigara içerken zaman yavaşlar gibi hissederdi, nesneler daha yavaş hareket ederdi, her şey sakinleşirdi, hayvanlara bile bir ağırlık çökerdi ama bu kez öyle olmadı. Üç tane sigarayı ne ara içti anlamadı. Boğazı kurudu. Biraz daha oturdu, karşı taraftaki adam sanki ona bakıyordu, o da baktı, adam ağır adımlarla yerinden kalktı ve parkın diğer tarafından parkı terk etti. Onun gidişini izlerken yanında sesler duydu. “Aa merhaba!” dedi o ses, “Nasılsın R.?”

Genç kadın, R.’nin yanına oturdu, oturmamda bir sakınca yok değil mi, diye sordu, dudağını büzerek kafasını iki yana salladı R., bir müddet öylece durdular. Havanın bir türlü tam olarak ısınmadığından şikayet etti genç kadın, üstündeki montun o kadar da sıcak tutmadığını söyledi. R. ilgileniyormuş gibi davrandı. Laf olsun diye bir şeyler geveledi, genç kadın gülücükler saçtı, maskesinin altından yükselen kadınsı sesler R.’ye huzur verdi. Sustular bir süre, ardından genç kadın virüs hakkında haberlerde gördüğü birkaç şeyden bahsetti. Ne olacak bilemiyoruz, minvalinde bir şeyler söyledi, çok geçmeden maskesini indirdi ve cebindeki sigara paketine uzandı. R. bir silahşör gibi davranarak aniden kendi sigara paketini uzattı. Genç kadın gülümseyerek aldı, R., çakmağına sarıldı, rüzgâr yüzünden genç kadının sigarasını başta yakamadı, gülüştüler, sonra ellerini siper niyetine kullanarak genç kadının sigarasını ateşledi. Ardından kendine de bir sigara çıkardı.

“Böyle yan yana oturmamız yasak galiba, değil mi?” dedi Eylül. R., kafasını salladı, sonra dudaklarının kenarındaki sigarayı parmaklarının arasına alarak lafa girdi:
“Sanırım, bilemiyorum, gerçi yan yana bir sürü insan görüyorum.”
“Ay bitse de kurtulsak artık, evde çok sıkılıyorum, yaz geldi sayılır, tatili ıskalamak istemiyorum. Her şeyi geçtim, evden çalışmak hiç kolay değil. Annem ve babam sürekli başımda, doğru düzgün çalışılmıyor da... Plazada çalışmak başlarda çok havalı gelmişti ama içten içe home office denen naneye hep özenirdim, meğerse bir işe yaramazmış. Yalnız yaşasam neyse ama anneyle babayla olacak iş değil, önemli bir toplantı set ediyoruz, annem oradan yumurtan nasıl olsun kızım diyor, inanabiliyor musun? Üstelik insanın giyinip kuşanması bile hayatına bir renk katıyormuş. Topuklu ayakkabılarımı özledim, özlediğim şeye bakar mısın...” dedi Eylül ve gülmeye başladı, sonra “Gevezeliğim tuttu yine, pardon ya.” diyerek mahcubiyetini dile getirdi.

R. gülümseyerek “Ben dinlemeyi severim, dürüst olmak gerekirse epeydir kimseyle konuşmuyordum.”
“Sen neler yapıyorsun ya da yapıyordun?”
“Matematik öğretmeniyim, KPSS’ye hazırlanıyorum, duymuşsundur atanma dertleri...”
“Anlıyorum,” dedi Eylül donuk bir ifadeyle, birkaç saniye sonra gülümseyerek “Anlaşıldı, sen detaylı anlatmayı sevmiyorsun, ben senin yerine de anlatırım. Yüz yüze konuşmak telefonda konuşmak gibi olmuyor, kızlarla konuşuyoruz, görüntülü arama da yapıyoruz ama birkaç saat sonra başım ağrıyor, radyasyondan olmalı.”
“Birkaç saat mi?” diye sordu R. alaylı biçimde.
“Tabii, birkaç saat çok mu ki, dedikodu akşam 9’da bir başlıyor gece yarısına kadar, bazen gün doğana kadar, ama ertesi gün iş yoksa... İş varsa erken yatıyorum, zor uyanıyorum maalesef, biliyor musun pat diye uyanan insanları oldum olası kıskanmışımdır. Bir de yiyip yiyip kilo almayanları. Bu iki insan tipi uzaylılar olabilir, ne dersin?”
“Sen de kilo almayan gruptan değil misin?”
“Yok canım, çok çaba sarf ediyorum. Yoga ile ilgileniyorum, fitness yapıyorum. Hele bu zamanlarda yapmadan olmaz. Annem sürekli poğaçayı böreği getiriyor masama, dikkat etmezsem elbiselerimin içine giremem. Ay vallahi iyi geldi anlatmak. Böyle biraz tuhaf mı oldu acaba, konuşuyorum gelişine ama… Bilmem ki, içimden geldi sadece, yanlış anlamıyorsun, değil mi?”
“Anlatabilirsin, bana da iyi geldi, hem neyi yanlış anlayabilirim?”
“Bilmem ki.”
R., cebinden sigara paketini çıkardı ve bir tane daha yaktı. Paketi Eylül’e uzattı, genç kadının sigarasını yaktı sonrasında.
“Gelecek için ne düşünüyorsun?” diye sordu Eylül.
“Virüs hakkında mı?”
“Hayır, kendi geleceğin için.”
“Her şey çok belirsiz. Seneye bambaşka bir yerde yaşıyor olabilirim. Kimsenin gitmek istemediği bir köyde, bir kasabada. Belki de İstanbul’da kalırım. İstanbul ömürlük yaşanacak bir yer değil, gitmek gerek zamanı gelince, zaman geldi mi bilemiyorum. Öğretmenlik, bir nevi memurluk, bir nevi değil, tam memurluk. Biliyorum dışarıdan fazla gri ve kasvetli geliyor ama bence hayata dair birçok şeyi içinde barındırıyor. Şatafatlı ve havalı görünmüyor ama hayatta aslında hiçbir şey öyle değil, sadece bazı şeylerin üstünde sahte bir perde var, insanların çoğu aldanıyor, çoğunlukla kendisini kandırıyor. Her neyse, beni boş ver, senin gelecek planların eminim ki daha renklidir, ne dersin?”
“Çok farklı düşünüyoruz. Ben İstanbul dışında bir yerde yaşayamam. Belki İzmir belki Ankara. Aman yok yok, Ankara çok soğuk. Hayat büyük şehirlerde yaşanıyor. Ufak yerler ölmüş, insanlar hep aynı şeyi yapıyorlar. Evden işe, işten eve. Düşünsene, ne kadar sıkıcı, iş çıkışında bara bile gidemiyorsun, konser yok, sanatsal faaliyetler yok, tiyatro yok, nezih yerlerin sayısı az, insanlar daha geri kafalı, kadınlar ve erkekler arasında kalın çizgiler var. Sahte mahte umurumda değil, ben renkli olanı tercih edeceğim. Erkek gözüyle baktığın için benim düşündüğüm gibi düşünmeni beklemiyorum. Ben ufak yerde büyüdüm, ufak yerde hayatın içinde kadınlara neredeyse hiç yer yok. Ve bu durum benim gibi canlı olmayı seven kadınlar için kâbus.”
“Bilemiyorum, belki de öyledir. Aslında ben de memlekete dönmemek için çok çabaladım. İstanbul’da kaldım, burada çalıştım bir süre. Kendimle bir savaş veriyorum. Sanki ufak bir yerde yeni bir yaşama başlarsam her şey daha güzel olacakmış gibi hissediyorum. Yine de bu ufak yer benim memleketim olmamalı. Orada geçtiğim her sokakta bir hayal kırıklığı görüyorum, canımı sıkıyor bu durum.”

Güldü Eylül. Eğildi, sigarasını kaldırım taşına sürterek söndürdü. Lafa girdi:
“Ha şöyle, bak anladın beni, İstanbul’da herkes için bir yaşam var. Taşrada insan yaşadığını unutur be. İşin kötü tarafı İstanbul’a girmek de çıkmak da zordur, buradan ayrıldı mı bir daha buraya gelmeye cesaret de edemez insan.”

Sustular. Genç kadın telefonundan saate baktı, saatin ne kadar çabuk geçtiğinden bahsetti, sohbet için teşekkür etti ve ayağa kalktı. Arkasını dönecekti ki, yarın aynı saatte buluşmak isteyip istemediğini sordu, parkta ara sıra muhabbet etmenin kendisine iyi geleceğini söyledi ve bir mahsuru olup olmadığını sordu. R. dünden razıydı, yine de soğuk ifadesinden hiç ödün vermedi. Bu kadar güzel bir kadının buluşma talep etmesi kendisini çok iyi hissetmesine sebep oldu. Görüşürüz, dedi genç kadın, gülümseyerek oradan ayrıldı. R., genç kadını gözden kayboluncaya kadar izledi. Sonra parktan ayrıldı, arkasına baktı, maskeli birkaç insandan başka bir şey yoktu geride. Sanki her şey olması gerektiği gibi ilerliyordu, içinde korkuyla karışık bir sevinç vardı, Eylül ne de güzel çıkagelmişti hayatına. Her şey yoluna girer mi, diye düşündü, Eylül bana iyi gelecek, diye söylendi, sakin ol, hemen alışma ona, keyfini çıkar, dedi içinden. Eve gidene dek kendiyle konuştu. Sanki her şey bir oyundan ibaretti, herkes birdenbire garip maskeler takıyordu, olabildiğince evde kalıyordu, sanki birisi gökyüzünden onları yönetiyordu, böyle olacak diyor ve öyle oluyordu. Bu şekilde düşününce şüpheli bakışlarla gökyüzüne bakıp işin nereye gideceğini anlamaya çalışıyor ama bir yere varamıyordu. Eve geldi, gelir gelmez annesinin öfkesiyle yüzleşti, bizi de hasta edeceksin, diye bağırıyordu yaşlı kadın Anadolu ağzıyla. Ellerini yıkadı, yemeğini yedi, ardından yatağına yattı. Kedilerin kavga sesleri eşliğinde uyuyakaldı.


Gece yarısı telefonunun sesine uyandı. Telefonu pek çalmazdı, arayan tanımadığı bir numaraydı. Mahmur ama sert bir ifadeyle “Alo.” dedi. Arayan eski sevgilisiydi. Genç kadın her şey için özür diledi, aralarında yaşananlardan ötürü üzgün olduğunu söyledi. R., tepkisiz bir şekilde dinledi, bir şey diyemedi, yeni uyanan zihni bir makine gibi çalışmaya başlamıştı oysaki, söyleyeceği bir sürü şey, soracağı bir sürü sordu vardı. Aklında dönen şeylerin önüne mukavemeti sonsuz bir baraj çekti. Sustu. Dinledi. Bir şey demeyecek misin, diye sordu genç kadın. Anlıyorum, diyebildi R., yolun açık olsun, diyecekti ki vazgeçti, bunu istemiyordu, söylemedi. Genç kadın mutluluklar diledi ve telefonu kapattı. R., arayan numarayı hemen sildi, bilirdi kendisini, yalnız hissettiği bir gece vakti o numarayı arardı, en azından şüpheye düşerdi. Yaşanan anlar aklında şöyle bir döndü, ne kadar manasız çabalarmış, diye düşündü. Düşünürken uykuya geri daldı, aklında hiçbir şey yoktu sonsuz evrende. Ne dersler ne eski sevgilisi ne de Eylül.

Sonraki gün parka geldiğinde etrafta kimse yoktu. Parkın biraz ilerisindeki otobüs durağında iki tane genç bekliyordu. Arabalar nadiren geçiyordu, kuş cıvıltıları duyuluyordu. Normalde araç gürültüsünden insanın başı şişerdi, şimdi ise kuşların sesleri huzur veriyordu. Maskesini indirdi, parkın temiz havasını içine çekti. Evde dura dura az oksijenle yaşamaya adapte olacaktı neredeyse. Sigara yaktı, Eylül’ü bekledi. Etrafı izledi, salıncağın dökülen demirine baktı, az ötedeki ağacın gövdesine baş harflerini kazıyan E. ve C.’ye küfür etti ancak Eylül hâlâ ortalarda yoktu. Dört sigara kadar bekledi, Eylül gelmedi. Kalktı R., Eylül’ün yaşadığı apartmanın önüne doğru çekingen adımlarla ilerledi. Yaptığının uygunsuz olup olmadığını sorguladı, bir suçlu gibi yol aldı. Evin önüne geldi, telefonuyla ilgilenir gibi yaptı, birkaç sigara kadar da orada bekledi. Sonunda apartmanın girişinde Eylül’ü gördü. Eylül çok şık giyinmişti, daha önceki hâllerinden çok daha güzel ve bakımlı görünüyordu. Üstelik maskesi de yoktu. Eylül, R.’yi gördü, çok şaşırdı:
“Aa merhaba, siz de mi buralarda oturuyorsunuz?”dedi. R., ufak bir şaşkınlıkla genç kadının yüzüne bakarken Eylül konuşmasını sürdürdü:
“Geçen gün bana yaptığınız iyiliği asla unutamam. Bir ilişkiyi kurtardınız, biliyor musunuz? Tekrardan çok teşekkür ederim.”

R., genç kadınla dün yaptığı sohbetin hakikat mi yoksa hayal mi olduğunu sorgulamaya başladı. Bir yere varamadı, öylece durdu, hafızasını zorlarken aniden bir kâbusun içindeymiş gibi hissetti, boynundaki damarlarda kan akışını durduran bir kuvvet vardı sanki, ateşi yükseldi, gözleri karardı, ne olduğuna anlam veremedi. Başını belli etmeden sarstı, kendine gelmek için çabaladı ve fısıltıya yakın biçimde “Rica ederim.” diyebildi. Genç kadın bir sigara yaktı, kibarca bir kahkaha patlattı, iki gündür sigara içmediğini söyledi. Bir şeyler daha anlattı ama R. onu duymadı bile. Genç kadının kırmızı ruj sürülmüş dudaklarının konuşurken aldığı şekilleri takip edebilmişti sadece. Bayılmamak için çabalıyordu R., bilinci yitip gitmişti, yerküre ayaklarının altından kayıyordu sanki. Sessizce dikildi, ayakta kalmayı başardı.

“Affedersiniz, sizi de tuttum.” dedi Eylül.

“Ben gitsem iyi olacak.” dedi R., iyi günler diledi ve parka doğru ağır aksak adımlarla ilerlemeye başladı. Parkın olduğu tarafa geçerken arkasına baktı ve genç kadının lüks bir arabaya bindiğini gördü. Parkın diğer tarafından çıktı, aklındaki soru işaretleriyle birlikte evinin yolunu tuttu. Hiç uzatmadan.






Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kırmızı Leğen

Topal İhtiyar