Kayıtlar

Kasım, 2017 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Gün ve Gece

Her insan bir gezegen, her ev ise minik bir galaksi çoğu zaman. Galakside yer alanların bazıları dünya olup hayata kavuşabiliyorken, bazıları kızıl gezegen gibi yanmaya ve bitmeye mahkum oluyor. Kişiler, hayat denen bu karmaşık yapıyı zihinlerinde nasıl yorumluyorsa ona göre bir hayat yaşıyorlar. Orhan ve Veysel, iki kardeş olarak hayata zıt açılardan yaklaşıyorlardı. İç burkan durumlarda bile bir şeylerle mutlu olmayı başarabilen Veysel, evin aydınlık yüzü oluyor; sürekli bir şeylerden şikayet eden Orhan ise geceleri evin üstüne çöken karanlığı anımsatıyordu. Mütemadiyen aylaklık peşinde koşan Orhan, kardeşini severdi sevmesine ama biraz da kıskanırdı onu. Zira bilirdi ki asla ama Veysel gibi olamayacaktı. Veysel, o gün yaşanacaklardan habersiz bir şekilde, birkaç lokma bir şey yedikten ve annesine candan bir öpücük kondurduktan sonra evden ayrıldı. Kısa boyu, güneşten yıpranmış teni, kötü saç traşı ve pek bakımsız kıyafetleriyle İstanbul sokaklarına her zamanki gibi hızlı bir gir

Işık Onu Görenlerin Değil, Onu Hissedenlerindir

"Aşık olmayı denedim, hem de bir değil iki defa; inanır mısınız baylar korkunç acılar çektim. Aslında acı çekmediğimi ruhumun derinliklerinde biliyordum. Gülmek gelirdi içimden ama yine de acı içinde kıvranmaya devam eder, üstelik delicesine aşıkmışım gibi kıskançlık krizleri geçirirdim. Bütün bunların sebebi can sıkıntısıydı baylar, kesinlikle can sıkıntısı..." Dostoyevski'ye ait bu satırları kafamdan geçirip kendimi biraz olsun iyi hissetmeye çalışıyordum. Ancak başaramıyordum; ya ben çok büyük bir boş gezendim ve Dostoyevski'nin de yaptığı gibi çektiğim acıları kendime bir meşgale haline getiriyordum ya da Dostoyevski aşk acısı falan tatmamıştı. Yine de Dostoyevski'ye olan inancımı kaybetmedim. Evde olsaydım dört duvarın arasında bunalımımı rahatça yaşayıp, birkaç damla gözyaşı nezaretinde hüznümü çıkarıp rahatlayabilirdim belki ama buna şimdilik müsaade yoktu. Çünkü insanların arasında duygularımı tüm saflığıyla yaşayabilecek rahatlığa ve özgüvene sahip biri

Kimlik Hatası

“Kimlik Hatası!” Emektar bilgisayarımın ekranında art arda aynı hatayı görüyorum. Sorunu bir türlü çözebilmiş değilim. Her ay mütemadiyen geciktirdiğim doğalgaz faturasını ilk defa gününde yatırmak istemiştim sadece. Fakat bu kez de sistem buna izin vermiyordu. Ayağa kalkıp bir sigara yaktım. Penceremin yanında dikilip dışarıyı izlemeye koyuldum. Yağmurdan ıslanmamak için koşturan, saçları özene bezene yapılmış kadınların ve ıslanmayı hiç ama hiç dert etmeyen insanların düşüncelerinde buldum kendimi. Hayat kimileri için fazla umursanılan kimileri için ise pek öyle olmayan bir zaman dilimiydi. Bir anda esen sert rüzgar, ağzımdan salıverdiğim sigara dumanını burnumdan solumamı sağlayınca derin bir öksürük patlattım. Akşam olmak üzereydi, gün bitiyordu, tüm bu dinginlik sırasında bir anda beynim, bilgisayarım gibi hata vermişti. Burada ne yaptığımı sorgular bir vaziyete bürünmüştüm. Bir süre daha yağmuru izledim. Büyüdüğüm şehirde yağmur yağdıktan sonra müthiş bir toprak kokusu salıverir

Hayat Treni

Tıkırtılar… Tıngır mıngır… Kafam bir sağa bir sola yuvarlanır bir şekilde uyandım. Karanlık mı karanlık bir odada, bir beşik gibi sallanan bu ranzada , hiç gereği yokken burada uyanmama bir anlam getiremedim. Karşımdaki dikdörtgen camdan içeri süzülen görüntülerde ilgi çekici en ufak bir detay yakalayamadım. Yılın belli günlerinde görülen ve binlerce kilometre uzakta olduğu su götürmez bir gerçek olan bir yıldızın dünyadan görülen sönük ışıklarına benzeyen minik parıltılardan başka bir şey göremedim bu karanlık camda. Uzaktan gördüğüm ışıklar yine de gönlüme bir nebze su serpmeyi başardı. Burada ne yaptığımı bilmiyorum. Her geçen saniye karanlığa alışan gözlerim etraftaki objeleri daha net bir şekilde çözümlemeye başladı. Adaptasyonun bir gereği olarak gördüğüm bu durumun getirdiği avantajlar neticesinde üstümdeki üniformayı görebildim. Üniformayı, camdaki ay yıldız amblemi, çaprazımdaki kapıyı ve ranzanın merdivenlerini… Yavaşça doğrularak yerimden kalktım. Şüphesiz ki, bir yaban

Beşiktaş’tan Kadıköy’e

Sisli bir İstanbul sabahında Barbaros Hayrettin Paşa’ya selam vererek ilerliyorum iskeleye. Paşa heybetli, mağrur duruşuyla beni selamlıyor. “Paşam sen çok yaşa!” diye haykırmamak için kendimi zor tutuyorum. Bir zamanlar nice denizler, nice topraklar fethetmiş bu yüce insan az ötede yatıyor, heykeli de “Buradayım hala!” diye bağırıyor. Barbaros Hayrettin Paşa ıslanıyor; neyse ki sever ıslaklığı, suyu, denizi… İşte hepsiyle bir oluyor bizzat heykeli ve belki de türbesi. Yağmurun gümbür gümbür yağdığını söylemek güç. Ahmak ıslatan bu. O ahmak da galiba benim. Zira ıslanacağımı hesaplayamadım. “Ziyanı yok.” diyorum kendi kendime. Neyse ki suyu sever, hayatın temelini oluşturan bu kutsal yapı taşına her daim saygımı gösteririm. Beşiktaş’tan Kadıköy’e doğru gerçekleşecek olan yolculuğum işte böyle başlıyor: sisli, ıslak ve mağrur. Barbaros Hayrettin Paşa’nın yanından geçeli biraz oldu ama paşa hala aklımda. Bir yandan iskeleye ilerliyorum, diğer taraftan ise Kız Kulesi’ni inceliyorum.