Kayıtlar

2018 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Yolun İçinde

Asfalt yolun kenarında otururken, ardı ardına geçen bazısı lüks bazısı sıradan arabaların içlerindeki sabırsız suratlar bir bir gözlerimin önüne düşüyordu. Meraklı gözlerle bana bakan suretlerden aldığım mesajlar aşağı yukarı aynıydı. Hepsi orada ne yaptığımı soruyor fakat merakları çok değil, bir ya da iki saniye ancak sürüyordu. Yanımdan geçip gittikten sonra dahi beni düşüneni var mıydı bilemiyorum ama doğrusu hiç sanmıyorum. İnsanoğlu başına gelen en korkunç olayları bile kısa vadede unutabilen cinstendi; o yüzden asfalt yolun kenarında oturan  bir yabancıyı unutmaları birkaç saniyeden fazla sürmezdi, sürmeyecekti ve muhtemelen sürmüyordu da. Asfalt yol bir nehre benziyordu; içimdeki huzursuzluk, önümde akan yüce şeyin sonuna kadar koşmayı arzulamamı sağlıyor, nehrin denize veya daha büyük bir dünyaya bağlandığı yere kadar gitmeyi tüm kalbimle istememe neden oluyordu. Ara sıra bu coşkuyla kalkıyor ve yolun kenarında heyecanla yürümeye başlıyor fakat çok geçmeden tükenip kendimi y

Zehir

Kadın zehrinden tattırdı önce Mehmet’e. Mehmet, zehrin tadını bilmiyordu, tattığı şey ona zehirden çok dünyanın en güzel tatlısı gibi geldi. Mehmet cahildi, ne bilirdi; kadın ise görmüş geçirmiş… Bilirdi her şeyi. Mehmet yaşadığı ân için tanrıya şükredecek kadar mutlu oldu birdenbire; gördüğü kadın için çıldıracak gibi oluyor, mutluluktan sağa sola koşmak istiyor, kadını olacağını düşündüğü bu kadının gözlerine bakarken resmen eriyor, karşısındaki güzelliği tüm benliğiyle kavuşturup içine hapsetmek istiyordu; ama kadının özgür olduğunu bilmiyordu Mehmet, kadın başına buyruktu, düşüncelerinde yalnızdı ve duygu piramidinin en tepesinde sadece kendisi vardı. Bir yere hapsedilmek şöyle dursun, Mehmet’i kadın hapsetmişti çoktan. Kadın bir çaba da sarf etmemişti. Mehmet ellerini kelepçeletmek için uzatan bir suçlu gibi kadına teslim olmuştu. Zehrin etkisi işte tam olarak buydu. Kadın kötü biri sayılmazdı ama iyi de değildi, bunu da bilirdi, ona göre kimse saf iyi değildi. Bunu aklından geç

Kırmızı Leğen

Hidrodinamiğin babası, akışkanlar mekaniğinin atası Daniel Bernouilli’ye nazire yaparcasına vakur bir hâlde laminer akış sergileyen bir dere gördüm geçenlerde. Daha iyi gözlemleyebilmek adına, bakımsız köy yolunu dereden uzak tutmak için yapılmış ve ancak bir arabanın geçebileceği genişlikte olan köprünün pislikten ötürü toprak rengine bürünmüş tırabzanlarına kollarımı dayadım ve güneşin başımı pişirmesine aldırış etmeden dört beş metre altımda sakince akmakta olan suya ve bünyesinde barındırdığı nesnelere dikkatlice bakmaya başladım: Sağda solda irili ufaklı çalılar, derenin sığlığından dolayı gün yüzüne çıkmış farklı boyutlarda taşlar, bir oraya bir buraya atlayan kurbağalar, bilinçsizce hareket eden balıklar ve taşa takılmış kırmızı bir leğen... Ne balıklar ne kurbağalar ne de çalılar… Yalnızca kırmızı leğen  ilgimi çekmeyi başarabildi. Taşa takılmıştı, kurtarılmayı bekliyordu sanki. Gözlerimi kısarak leğene pozitif bir enerji göndermeye çalıştım, oradan kurtulması için var gücüml

Yeşil

Hasan Sabbah’ın bir müridiyim ben. Onun için her şeyi yaparım; yeri gelir onun için ölürüm, yeri gelir onun için öldürürüm. Bazen kalenin dışında, bazen ise kalenin içindeyim… Ama her daim onunlayım. Kalbim onunla, bedenim onunla ve ruhum tabii ki onunla. O ki bize cenneti getiren, cenneti iliklerimizde hissettiren ve her istediğimizde tüm güzellikleri ayağımızın altına seren! Şüphesiz ki her daim ona inanacağım ve bu uğurda her şeyimi feda edeceğim. Söylediklerim, su götürmez bir gerçektir. Alamut Kalesi’nin anlamı çok büyüktür. Bir başkaldırış, bir çözüm noktasıdır. Bunu dahi anlayamayan kendini bilmezler, efendimizi mütemadiyen suçlarlar ama onunla cenk edemeyecek kadar da acizdirler. Bu böyle biline ki, bu cesaretsiz mahluklar bizim inancımızdan ve yapacaklarımızdan bir köpek gibi korkmaktadırlar. Sahip oldukları aşağılık düşünceler, tıpkı veba gibi bu coğrafyayı kirletmekte ve bir an önce yok edilmeleri gerekmektedir. İşte böyle bir ortamda Hasan Sabbah tek kurtuluştur! Size bu

Bir Dakika

Bir Dakika 5 Ağustos 17’nin akşam saatleri… Dışarıya huzur hâkim sanki, yaz havasının sıcak esintisi penceremden içeri giriyor ve saçlarımı okşuyor. Elbisem bir an için canlanıyor, sonrasında ölüyor. Ruhum sıcak esintiyle kıvılcımlanıyor ve akabinde durgunlaşıyor. Elimdeki kalemi sımsıkı tutuyorum, işaret parmağım acıyor ama aldırış etmiyorum. Bir zamanlar yaptıklarım aklıma geliyor, gözlerimden yaşlar süzülüyor. Kafamı kaldırıyorum, canım babamın portresini görüyorum, ona bakmak içimi rahatlatıyor, o da bana naifçe bakıyor; hep naif bir adamdı sevgili babam, ah canım babam. Onun portresinin hemen yanında portresi bulunan başka bir adamın asi duruşu, beni yaptıklarımın doğru olduğu yönünde ikna ediyor. Kısa bir süre için… Portrenin altında “Saygıdeğer H.” yazıyor. Tabloların altındaki oyuncak ayıya dikiliyor gözlerim. Sonra da ellerime... Ellerime bakıyorum, avuçlarımın içinde bir şeyler arıyorum ama bulamıyorum. Başka bir yolu olamaz mıydı diye soruyor zihnimin ücra köşelerinden yük

Günaydın Tugay

Tugay göz kapaklarını yavaşça araladı ve dışarıdan gelen sinir bozucu seslere aldırış etmeden “Günaydın Tugay.” diye mırıldandı. Her sabah yaptığı gibi, uyanır uyanmaz bacaklarına baktı; bacakları bir çocuğun kolları kadar ancak vardı. Haykıracak oldu, fakat çıtını çıkarmadı. Şaşkındı ve üzgündü Tugay. Yaradana lanet ediyor, birkaç saniye sonra ise düşündüklerinden ötürü minik ellerini açarak tanrıdan aflar diliyordu. Bir süre sonra omuz silkti ve yavaşça kalktı yatağından. “O, her şeyin en doğrusunu bilir.” diye fısıldadı, akabinde “Bilir mi ki?” diye sordu, “Saçmalama Tugay!” diye bağırdı içindeki bir başka ses. Banyoya gitti, lavabonun önündeki taburenin üstüne çıktı. Elini yüzünü yıkadı, sonra birkaç lokma bir şey yedi. Yaşlı annesi ona seslendi, Tugay da yatalak kadının yanına gidip onu doyasıya öptü; akabinde kağıt mendillerini ve diğer ıvır zıvırlarını alarak evden ayrıldı. Güneş, şahane bir uykuyu geride bırakmış gibi ısıtıyordu İstanbul’u. İlkbaharın yaza evrildiği sıcak gün

Tuğla

Kapıdan içeri girdiğinizde üstünüze kasvet oturur, ışık hüzmelerinin belirdiği yerlere baktığınızda uçuşan tozlar görürsünüz, kırık pencerenin ucundan giren hava, bir akım yaratarak o tozları size kadar getirir, boğulursunuz, huzursuzluk çöker benliğinize, kaybetmişlikle burun buruna gelirsiniz, o ev kaybedendir zaten, ya siz, siz nesiniz ki, evden farklı mısınız, bu ev sizin zaten, başka ne ile karşılaşmayı bekliyordunuz ki, bilemiyorum, bilemem ben, alnınıza sıcak basar, sıcaklık içinize akar, kalbinize ulaşır, kalbiniz sıkışır biraz, merak etmeyin sonra geçer, insan her şeye alışır zamanla, her şeye, ama hissedilen pişmanlık gitmez işte, yalnızca üstü kapanır, bu evde yaşananlar da öyle, yaşandı ve bitti dersiniz ama baktıkça üzülürsünüz, bilirim elden ne gelir ki, ama yine de dokunur işte, bazen lanet edersiniz, kirli iğrenç duvarlara vurmak istersiniz, parçalamak istersiniz kollarınızla yumruklarınızla, ama nereye kadar parçalayacaksınız ki, elinizde yalnızca bu ev var, bu ev olma

Ânı Durdurmak

Yüksekçe bir binanın en üst katında oturuyorum.  Ânı durdurdum, etrafı izliyorum. Koskoca İstanbul’da sadece ben durdum sanki. Her şey hareket ediyor. Sirenler çalıyor yanı başımda. Arabalar bir hareket ediyor, bir duruyor Barbaros Bulvarı'nda. Pahalı arabaların içinde oturanlara gül satmak için saniyeler içinde yüzlerce dua saydırıyor çingeneler. Simitçi tüm gücüyle haykırıyor; taze simit sattığını duymayan kalmıyor. Otobüsler hınca hınç dolu. İğne atsan yere düşmez, derler ya, işte öyle. Gözlerimi kısıyorum, akabinde hâlâ daha binmeye çalışanlar görüyorum. İte kaka binmeye çalışanlara kızanlar olduğunu görmesem de biliyorum. Başka bir esnada binmeye çalışan rolünde hiç olmamışçasına somurtuyorlar; hissediyorum. İnsanoglu, diyorum, insanoğlu... Sirenler bir süre sonra duyulmaz oluyor, fakat yerini araba kornaları alıyor. Arabaların dakikalarca bekleyişi huzuru bozuyor. Huzur buralarda zaten hiç var mıydı, diye soruyorum kendime. Düşünüyorum ama cevabı bulamıyorum. İnsanların öfk

Gökdelenler

“Burayı benden daha çok sevdin,” dedi genç adam sessizce ve acıklı bir şekilde gülümsedi. “Oysaki ben hiçbir yeri sana değişmem.” Güzel kadın ve o kadar da güzel olmayan genç adam, sahildeki kayalıklara yayılarak uzaktaki limana bakıyor ve düşünceli görünüyorlardı. Mevsim ilkbahardı, hava hafif rüzgarlı fakat ılıktı, saat akşam üstüydü, güneş neredeyse sahili terk edecekti. Buna rağmen, güneş, ayrılmadan önce sahildekilere bir veda busesini çok görmüyor ve gördüğü herkesi ısıtmaya devam ediyordu. Ara sıra geçen insanların sesleri duyuluyor, kıyıya bir hayli uzakta olan teknenin motorunun bağırtısı, kulaklarda yankılanıyordu. Kayalıkların üstünde gezinen kedilerin bazıları uyuşuk hareketleriyle günün bittiğini anlatmaya çalışıyor, geriye kalanlar ise sıcaktan mayışmış bir hâlde kayalıklara sere serpe yatıyordu. Genç adam kedilerden birinin ıslak ıslak yürüdüğünü görür görmez bakışlarını ona yöneltti, dizlerinin etrafında kavuşturduğu ellerini ayırdı ve kediyi fazla ses çıkarmadan yan