Günaydın Tugay

Tugay göz kapaklarını yavaşça araladı ve dışarıdan gelen sinir bozucu seslere aldırış etmeden “Günaydın Tugay.” diye mırıldandı. Her sabah yaptığı gibi, uyanır uyanmaz bacaklarına baktı; bacakları bir çocuğun kolları kadar ancak vardı. Haykıracak oldu, fakat çıtını çıkarmadı. Şaşkındı ve üzgündü Tugay. Yaradana lanet ediyor, birkaç saniye sonra ise düşündüklerinden ötürü minik ellerini açarak tanrıdan aflar diliyordu. Bir süre sonra omuz silkti ve yavaşça kalktı yatağından. “O, her şeyin en doğrusunu bilir.” diye fısıldadı, akabinde “Bilir mi ki?” diye sordu, “Saçmalama Tugay!” diye bağırdı içindeki bir başka ses. Banyoya gitti, lavabonun önündeki taburenin üstüne çıktı. Elini yüzünü yıkadı, sonra birkaç lokma bir şey yedi. Yaşlı annesi ona seslendi, Tugay da yatalak kadının yanına gidip onu doyasıya öptü; akabinde kağıt mendillerini ve diğer ıvır zıvırlarını alarak evden ayrıldı.

Güneş, şahane bir uykuyu geride bırakmış gibi ısıtıyordu İstanbul’u. İlkbaharın yaza evrildiği sıcak günlerde İstanbul’un neşesi gözle görülebiliyordu; Tugay da güneşin yarattığı pozitif enerjiden nasibini alıyordu. Havayı görür görmez neşelendi, ritimli bir şekilde yol almaya başladı. Evde yaşadığı hüzünden eser kalmamıştı. Önce caddeden geçecek, akabinde sahile inen yola girecek ve sahilde oturanlara, balık tutanlara. öpüşen genç âşıklara ve diğer insanlara bir şeyler satmaya çalışacaktı. Evinin sokağını bitirdi, caddeye girdi. Hayata güzel gözlerle bakıyor, sıkış tıkış otobüslerde nefes almakta zorlanan insanları, trafikte acı çeken araçları görmüyor; İstanbul’un yalnızca iyi taraflarını kendisine çekmeye çalışıyordu. Ona bakan meraklı gözlerin sayısı, insan sayısının artmasıyla doğru orantılı olarak fazlalaşsa da umursamamaya çabalıyordu. “Anne bak cüce!” diyen çocukların kendisine gülmesine aldırış etmemeye gayret ediyor, kafasını çeviriyordu.  Fakat çoğu zaman başaramıyordu. Çocukların minik bedenine gülmesine biraz olsun katlanabiliyordu ama koca koca insanların bir uzaylı görmüş gibi kendisine gözden kayboluncaya kadar bakmasına sinir oluyor, içinden küfürler savurarak tiksindiren bakışlardan hızlıca kaçıyordu.
“Tugay,” dedi içinden. “Ah Tugay, yaradan bir sana mı böyle yapmış, seninle alıp veremediği ne varmış, bu dünyaya gelmeden önce ne yaptın Tugay, neden böyle oldu? Kim bilir benden habersiz ne günahlar işledin ah Tugay!”

İçi ne zaman öfkeyle dolsa kendisiyle konuşmaya başlar, sinirini zihnine boşaltır, öfkesinin yine kendi içinde yok etmeye çalışırdı. Çoğu zaman da başarılı olurdu Tugay. Caddenin kalabalık yerlerini geride bıraktı, devasa siyah renkte köpeklerin çimenlere yayıldığını gördü, korkarak yanlarından geçti ve sahile giden yolda aheste aheste yürümeye başladı.

Rüzgâr sahildeki insanların tenlerini usulca öperken Tugay, ince sesiyle bağırmaya başladı. Ağaç yapraklarının hışırtısı, uzaktan ilerleyen teknenin gürültüsü, ara sıra havlayan köpeklerin bağırtıları, Tugay’ın sesini bastırmaya çalışsa da, ince sesine rağmen Tugay galip geliyor ve insanların ilgisini çekmeyi başarıyordu. Onu görenler, evvela bu ince sesin kaynağını merak ettiklerinden ötürü ona bakıyor, sonra küçük bedenini dikkatlice inceliyor ancak birkaç saniye sonra ilgilerini kaybederek başka taraflara ya da az önce ne ile meşgullerse o işlere geri dönüyorlardı. Tugay da birkaç saniye boyunca ilgisini çektiği insanlara bakıyor, gözlerindeki düş kırıklıklarını görüyor ancak dudağını büzmekten başka bir şey yapamıyordu.

Genç âşıklar her yerdeydi. Sahili zapt etmişlerdi sanki; kayalıklarda, çimenlerde, sahilin yanı başındaki minik kafelerde... Her yerde onları görmek mümkündü. Genç âşıkları görünce içi tuhaf olurdu Tugay’ın. Yapamadıkları, yaşayamadıkları ve hissedemedikleri bir film gibi zihninde döner ve sonucunda kahrolurdu. Hayata küfürler savurur, birkaç saniye sonra ise hiçbir şey olmamış gibi umursamayı keser ve yine bir şeyler satmaya devam ederdi.

Denize baktığı sırada Tugay bir kez daha bağırdı: “Mendil, yara bandı, su! Yok mu isteyen?”

Sahilin huzuru aniden yok oldu. Teknelerin sayısı artmaya başladı, sesleri de hakeza. Rüzgar birden şiddetlendi, neredeyse ağaçlar yerlerinden çıkacaktı. Ağaçların yaprakları sağa sola dökülmeye, insanlar da kaçışmaya başladı. Köpekler korkutucu bir şekilde uluyor, etrafta deli danalar gibi koşuşturuyor, bazıları ise insanlara saldırıyordu. Tugay sattığı şeyleri aceleyle topladı, sahilden kaçmaktı amacı. Sahilden tam kurtulduğunu düşünürken karşısına devasa siyah köpekler çıktı. Çığlık attı Tugay, küçük bir çocuk gibi çığlık attı. Onu kurtarmaya kim gelecekti, minik bedenini kim umursardı bilemedi fakat yine de umut etmeyi bırakmadı ve avazı çıktığı kadar bağırdı. Köpeklerin gözleri kıpkırmızıydı, hatırladığı son şey bu oldu. Sürünün lideri Tugay’ın minik bacaklarını kocaman dişleriyle ısırdı ve kopardı; Tugay son kez çığlık attı ve sonunda uyanabildi.

“Günaydın Tugay!” diye mırıldandı, “Günaydın... Umarım öyledir.”

Yaşlı annesi koşarak oğlunun yanına geldi, “İyi misin kuzucum?” diye sordu. Soluk benizli, terden sırılsıklam olan oğlunun yüz ifadesi genç kadını korkutmuştu, yaşlı kadın tekrar sordu:

“İyi misin güzel evladım?”

“İyiyim,” dedi Tugay. Bacaklarına baktı, bir ömür boyunca yaşanabilecek tüm hayal kırıklıklarını birkaç saniyede yaşayan birinin vereceği tepkinin tıpatıp aynısını vererek devam etti:

“Bu hâlde ne kadar iyi olunabilirse o kadar iyiyim, gerisini sen düşün anneciğim.”

“Böyle söyleyip yüreğimi dağlama oğlum. Yanındayım. Hadi kalk beraber kahvaltı yapalım, sonra da sahile inelim. Hava güzel, bugün kalabalık olur.”

Tugay’ın annesi tekerlekli sandalyeyi yatağın yanına sürdü; yaşlı kadın tüm gücüyle oğlunu sırtladı ve sandalyeye oturttu. Birlikte kahvaltı yaptılar, sonra da sahile indiler. Tugay genç âşıkları gördü, içi öfkeyle doldu ve hayata lanet okudu. Yine yaradana sitem etti bir süre, sonra da ezilip büzülerek özür diledi işte.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kırmızı Leğen

Kırmızı Sepet

Topal İhtiyar