Gökdelenler


“Burayı benden daha çok sevdin,” dedi genç adam sessizce ve acıklı bir şekilde gülümsedi. “Oysaki ben hiçbir yeri sana değişmem.”

Güzel kadın ve o kadar da güzel olmayan genç adam, sahildeki kayalıklara yayılarak uzaktaki limana bakıyor ve düşünceli görünüyorlardı. Mevsim ilkbahardı, hava hafif rüzgarlı fakat ılıktı, saat akşam üstüydü, güneş neredeyse sahili terk edecekti. Buna rağmen, güneş, ayrılmadan önce sahildekilere bir veda busesini çok görmüyor ve gördüğü herkesi ısıtmaya devam ediyordu. Ara sıra geçen insanların sesleri duyuluyor, kıyıya bir hayli uzakta olan teknenin motorunun bağırtısı, kulaklarda yankılanıyordu. Kayalıkların üstünde gezinen kedilerin bazıları uyuşuk hareketleriyle günün bittiğini anlatmaya çalışıyor, geriye kalanlar ise sıcaktan mayışmış bir hâlde kayalıklara sere serpe yatıyordu. Genç adam kedilerden birinin ıslak ıslak yürüdüğünü görür görmez bakışlarını ona yöneltti, dizlerinin etrafında kavuşturduğu ellerini ayırdı ve kediyi fazla ses çıkarmadan yanına çağırdı; ama olmadı. Turuncu kedi sanki onu hiç duymamışçasına aheste aheste yürümeye devam etti. Genç adam, kedinin umurunda değildi fakat bu duruma aldırış etmedi, hatta kedinin başına buyrukluğu başta hoşuna gitti. Birkaç saniye sonra kedinin başına buyrukluğu, zihninde farklı şeyleri çağrıştırdı; yüzü düştü. Ellerini de yeniden kavuşturmadı dizlerinde. Birini kayalığın üstüne, diğerini ise genç kadının omzuna attı ve güzel kadına hayranlıkla bakmaya başladı.

Elmacık kemikleri çıkık, uzun boylu, siyah saçlı güzel kadın, renkli gözlerini kısarak güldü; kadınsı bir bakış attı. Kalbinin giriş kapısında gıcırtılar hisseden genç adam, az önceki moral bozukluğunu bir anda unuttu ve aptalca sırıtmaktan başka bir şey yapamadı. Bakışından tam randıman aldığını fark eden genç kadın ise zaferini yine tatlı bir gülümseme ile kutlamaya başladı. Bir şey söylemedi, çok geçmeden gözlerini yeniden denize, oradan da limana odakladı. Genç adam ona bakmayı sürdürdü. Güzel kadının aklından geçenleri tahmin etmeye çalıştı ama düşüncelerinin vardığı noktadan hiç mi hiç hoşlanmadı. Sonrasında o da denize bakmaya başladı; çaprazındaki limana baktı bir süre, oradan da ufuk çizgisine yöneldi bakışları. Her şeyin tek olduğu çizgide kendisine ait bir şeyler bulmaya gayret etti; buldu da. Genç adama göre, hayatın ne kadar anlamsız ve bir o kadar da basit olduğunu haykırıyordu ufuk çizgisi. Ancak bunun konusunu açmadı. Dalgaların kayalıklara çarpıp yok oluşuna tanıklık etti bir süre, her şeyin aslında bir hiç olduğunu düşündü, ama bundan da bahsetmedi. 

Kafasını kaldırdı, genç kadının baktığı yere baktı ve çekinerek “Ne düşünüyorsun?” diye sordu.
Güzel kadın, omzunu genç adamın elinden kurtardı, vücuduna çeki düzen verdi ve eliyle limandaki devasa vinçleri göstererek lafa girdi: 

“Bu vinçlerin nasıl kurulduğunu düşündün mü hiç?” 

Genç adam önce vinçlere baktı, akabinde güzel kadının gözlerine… Limana yakın noktalarda görünen gemilerde bir ipucu aradı, bir şey bulamadı. Dudağını büktü, başını iki yana salladı, gerçi güzel kadın ona bakmıyordu bile.

“Gece,” dedi güzel kadın sessizce, “geceleri bu limanın vinçleri New York’un gökdelenlerine benziyor. Hudson Nehri’nin diğer tarafından Manhattan’a bakıyormuş gibi oluyor insan.”

“Doğrusu New York diyince aklıma Özgürlük Anıtı’ndan başka bir şey gelmezdi,” dedi genç adam iç çekerek. “Ne yazık ki fazlasını öğrendim. Öğrenmek zorunda kaldım.”

“Biliyorum.” dedi genç kadın yüzünü düşürerek ve devam etti:

“Öğrenmek özgürlüğün bir parçası… Aramak ise öğrenmenin bir zorunluluğu...Var oldukça aramaktır özgürlük. Öylece durarak, bir şeylerin gerçekleşmesini bekleyerek özgür olunmuyor.”

Genç adam kaşlarını çattı:

“Özgürlük aslında fazla abartılıyor. Bu gezegene hapsolmuş bedenleriz nihayetinde. Her şeyin o kadar boş ve o kadar saçma olduğunu anlamak için canımızın biraz yanması kâfi oluyor. Prangalarla sınanmış olduğumuzu kısa süreliğine anlıyoruz. Fakat insanoğlu o kadar aptal ki, yaşanan acılar, aklından geçen düşünceler bir şekilde uçup gidebiliyor ve insanoğlu hayata yeniden ayak uyduruyor. Hiçbir şey olmamış gibi devam edebiliyor hayata ve gerçekten özgür olduğuna inanabiliyor. Özgürlük denen nane, düzenin yine kendi eliyle iyi bir şey olarak sunduğu cezaevi bahçesine benziyor. Tutsaklığı biraz olsun yok ettiği düşünülüyor ama gerçeği cidden görebilen zihinler, hep fazlasını talep ediyor: İnancı ve sevgiyi…”

Güzel kadın, katılmadığını anlatırcasına birtakım nidalarla yanıt verdi ve konuşmaya başladı:
“İnanç ve sevgi mefhumlarının kutsallığı, özgürlüğün altında kalıyor. Özgürlük olmadıkça ne sever insan ne de inanır! İnat etme işte, sen de biliyorsun.”

“Hayır, bilmiyorum.”

“Belki de bu yüzden olmadı. Madem burası bir hapishane, cesur olup o bahçeye çıkabilmek gerek. Her yeri toz içinde olan parmaklıklı bir pencerenin arkasından baharı görebileceğini mi sanıyorsun? Mesele ağlamayı bırakıp o bahçeye çıkmakta gizli. Beni anlıyor musun? İçeride oturarak ağlamak ve şikayet etmek kolay. Risk almak, o bahçeye çıkmak, çiçekleri koklamak, güneşi teninde hissetmek, bulutlarla yüzleşmek ve o gemiye binip çekip gitmek… İşte zor olan bunlardır. Hayatın anahtarı, harekete geçmekte gizli. Ve o gemiye binmek, çekip gitmek gerekir bazen. Beni anlıyor musun?”

Genç adam diyecek bir şey bulamadı. Diyecek bir şey bulamadığı için birdenbire küplere bindi. Sesini yükselterek konuşmaya başladı:

“Limandan ayrılan gemide olmak değil, limandan ayrılan gemiye el sallamak zordur. Geriye kalan kişi, anılarla yüzleşir, boş bir sokakta ağlamak ister bazen, bir kaldırım taşı görünce zihni allak bullak olur. Kalmak zor; gitmek değil!”

“Abi,” dedi öz ötedeki kayalıklarda oturan bıyıkları yeni terleyen bir çocuk. “Bana mı seslendin?”
Genç adam irkildi; uykudan yeni uyanmış gibi bakarak başını iki yana salladı. Yanına döndü, kimseyi göremedi. Güneş sahil şeridinden tamamen kaybolmuş, limanın vinçleri ise gökdelenleri anımsatmaya başlamıştı. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kırmızı Leğen

Kırmızı Sepet

Topal İhtiyar