Günaydın Tugay
Tugay göz kapaklarını yavaşça araladı ve dışarıdan gelen sinir bozucu seslere aldırış etmeden “Günaydın Tugay.” diye mırıldandı. Her sabah yaptığı gibi, uyanır uyanmaz bacaklarına baktı; bacakları bir çocuğun kolları kadar ancak vardı. Haykıracak oldu, fakat çıtını çıkarmadı. Şaşkındı ve üzgündü Tugay. Yaradana lanet ediyor, birkaç saniye sonra ise düşündüklerinden ötürü minik ellerini açarak tanrıdan aflar diliyordu. Bir süre sonra omuz silkti ve yavaşça kalktı yatağından. “O, her şeyin en doğrusunu bilir.” diye fısıldadı, akabinde “Bilir mi ki?” diye sordu, “Saçmalama Tugay!” diye bağırdı içindeki bir başka ses. Banyoya gitti, lavabonun önündeki taburenin üstüne çıktı. Elini yüzünü yıkadı, sonra birkaç lokma bir şey yedi. Yaşlı annesi ona seslendi, Tugay da yatalak kadının yanına gidip onu doyasıya öptü; akabinde kağıt mendillerini ve diğer ıvır zıvırlarını alarak evden ayrıldı. Güneş, şahane bir uykuyu geride bırakmış gibi ısıtıyordu İstanbul’u. İlkbaharın yaza evrildiği sıcak gün