Kayıtlar

2019 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Dostlar

Havada binlerce farklı bulut vardı. Hepsi zihnimden geçen şeylere tekabül ediyordu sanki. Parça parça, bazen iç içe geçmiş bulutlar, güneşi alt etmişti. Güneş nadiren kafasını bulutların arasından çıkarınca, bir başka bulut gelip mahallenin kulağı kesik kabadayısı gibi güneşin parıltısını yok ediyordu. Yukarıda bunlar olurken, aşağıda Tuna Nehri uysal bir şekilde önümde uzanıyordu. Bulutların yorgunluğunu benliğinde hissediyordu. Ağırdı, omuzlarında Avrupa’nın tüm yükü varmış gibiydi, üstüne üstlük karamsarlığı hemen kıyısından bakınca ayyuka çıkıyor ve içimi karartıyordu. Budapeşte’deki Margaret Adası’nın en uç noktasında oturmuş etrafa bakıyordum. Tıpkı eski günlerdeki gibi nehre bakıp iç dünyama yolculuk yapmayı amaçlamıştım. Bu nokta benim için kıymetliydi. Burada çok defa yalnız ve çok defa başka insanlarla oturmuştum. Tek başımayken pek konuşmazdım, içimdeki sesler susmazdı ama ağzımdan bir tını bile çıkmazdı. Başkalarıyla olduğumda genellikle çenem kapanmazdı. Burası benimd

Vapurda

Beşiktaş’taki vapur iskelesinde vurdumduymaz bir kalabalık vardı. Etraftaki ahestelik İstanbul’un ruhuna aykırı gibiydi. Özgürce uçan beyaz martılar, bulutlara rağmen parıltısını cömertçe yayan güneşin göz kamaştıran ışınları ve ardında beyaz köpükler bırakan motorlar el birliğiyle metropolün keşmekeşliğini gidermeye çalışıyordu sanki. İnsanların bazıları iskelenin yanındaki tırabzanların berisinde dikilip denize bakıyor, bazıları iskele binasının içinde vapuru bekliyor, diğerleri ise iskelenin çevresinde vakit öldürüyorlardı. Sakince bekleyen insanların bir bölümü iskelenin ön taraflarına doğru ilerleyince ortama hâkim olan yavaşlık etkisini giderek kaybetti. Hareketlenen insanları görenler, vapurun yaklaştığını düşünerek minik yapının içine doğru ilerlediler. Tahmin ettikleri gibi vapur iskeleye yanaşıyordu. Etraftaki enerjiden güç alan kestaneci “Kestane kebap!” diye bağırdı. Sevdiği kızın gözlerine bakarak bir şeyler anlatan bıyıkları yeni terlemiş delikanlı, genç kızın kesta

Kırmızı Sepet

Sahil tenha ve sıcaktı. Tenhalığın sebebi yaz güneşinin tam tepede olmasıydı. Masmavi gökyüzü denize nazire yaparcasına ışıldıyordu. Deniz ve gökyüzü mavilik yarışına tutuşmuşlardı. Güneş de mücadelenin hakemiydi sanki. Kazananı belirlemek için parıldırıyor ve adaletinin kudretini üstümde hissettiriyordu. Güneşin bedenimi kavurmasına aldırış etmeden yürüdüm. Biraz terledim, sonrasında denizin yanına iliştim, mavi dalgalar beyaz köpüklere karıştıkça serinlik hissettim. Deniz, ah deniz ne güzel şeysin, keşke sürekli senin yanında olabilsem canım deniz. Kayalıklara oturdum, yanıyordu kayalıklar... Kızarmış piliç gibi. Bu havada piliç gitmez. Kızarmış kestane gibi kayalıklar. Kestane olur mu? Sanmıyorum. Bu havada çay bile içilmez. Kayalığın sivri tarafı rahatsız etti, kafamı kaldırdım, daha uygun bir yer buldum. Oturur oturmaz yine yandım, birkaç saniye sonra geçti, insan her şeye alışıyor. Gözlerimi gene alıkoydum denizden, az ötede bir çocuk vardı, yanında kırmızı bir sepet bulunuyord

Halı

Zaman kavramı, ağır aksak giden bir trenin uzunca bir tünelden geçmesini andırıyor. Tünelin neresinde olursanız olun her yer karanlık görünüyor ve karanlığın içindeyken zamanın neresinde olunduğu pek anlaşılmıyor. Ancak anılar ve hatıralar zamanın nasıl geçtiğini hatırlatıyor. Tıpkı tünelin içindeki tabelalar gibi. Karanlığın içinde sönük bir yıldız kadar parlıyorlar. Zaman yolunun kenarına tünemiş bu referans noktaları geçmişteki eylemlere sıkıştırılıyor. O eylemler tekrarlandığında zamanın nasıl geçtiği hatırlanıyor ve nerede olunduğu anlaşılınca acı doluyor insanın içine. Annemle balkonda halı yıkamak da böyle bir eylem işte. Zamanı anımsattı, zamanın kudretini zihnime bir çivi gibi çaktı. Yoksa ünlülerin aşırı dozdan hakkın yolunu tuttukları bu kutlu yaşta işsiz güçsüz bir hâlde olup annemle balkonda halı yıkamak ister miydim hiç? Tabii ki istemezdim. Kim ister ki... Yine de balkonda halı yıkamak aşırı keyifli bir aktivite. Yaz mevsimini pek sevmem ama benim gibi fakirlerin

Minik Balık

Marmara Denizi’nin serin olduğu bir g ünde G., evden çabucak çıktı; amacı orada burada dolanıp yiyecek bir şey bulmaktı. Yosun, solucan çok fark etmiyordu. Bir süre yüzdü; evinin uzaklarında aradığı şeyden çok daha fazlasını buldu: Macera! Başını eğerek ilerleyen minik balık, az ötede bir solucan gördü. Solucanı tutan iğneyi hemen fark etti. Annesi onu uyarmıştı; balık hafızasında kalan şeye göre iğnenin ucundaki solucanı kapar kapmaz balıkçının avı olacaktı. Henüz bu serin suları bırakmak istemiyordu G., fakat bir yandan da dışarıda ne olduğunu çok merak ediyordu. Evet, diyordu içinden, evet biz bu suyun bir parçasıyız ama acaba dışarıda ne var... G.'nin merakı başına iş açacak boyuttaydı. Yeni şeyler görmek onda bitmek tükenmek bilmeyen bir tutkuydu. Küçük balık, solucanın etrafında dolandı evvela. Tam solucana yaklaşmışken, hızla gelen bir istavrit solucanı kaptı ve kapar kapmaz iğneye takıldı. "Aaaahhhhh!" diye bağırdı istavrit. G., oralı olmadı pek; yaşlı istav