Vapurda


Beşiktaş’taki vapur iskelesinde vurdumduymaz bir kalabalık vardı. Etraftaki ahestelik İstanbul’un ruhuna aykırı gibiydi. Özgürce uçan beyaz martılar, bulutlara rağmen parıltısını cömertçe yayan güneşin göz kamaştıran ışınları ve ardında beyaz köpükler bırakan motorlar el birliğiyle metropolün keşmekeşliğini gidermeye çalışıyordu sanki. İnsanların bazıları iskelenin yanındaki tırabzanların berisinde dikilip denize bakıyor, bazıları iskele binasının içinde vapuru bekliyor, diğerleri ise iskelenin çevresinde vakit öldürüyorlardı.

Sakince bekleyen insanların bir bölümü iskelenin ön taraflarına doğru ilerleyince ortama hâkim olan yavaşlık etkisini giderek kaybetti. Hareketlenen insanları görenler, vapurun yaklaştığını düşünerek minik yapının içine doğru ilerlediler. Tahmin ettikleri gibi vapur iskeleye yanaşıyordu. Etraftaki enerjiden güç alan kestaneci “Kestane kebap!” diye bağırdı. Sevdiği kızın gözlerine bakarak bir şeyler anlatan bıyıkları yeni terlemiş delikanlı, genç kızın kestaneciye baktığını görünce kestaneciye karşı derin bir öfke besledi saniyeler içinde. Sevdiği kızın gözlerini kendisinden alıkoyduğu için kestaneciye donuk bir şekilde baktı, sonra genç kız yeniden gözlerine odaklanınca kestaneci evrenden yok oldu onun için. Vapura baktılar beraber. İlk buluşmada vapura binme fikrini genç kız da sevmişti, karşısındaki delikanlı yoksa ruh eşi miydi, bunu zaman gösterecekti. Genç kız gökyüzüne baktı, hava patlayacak, diye geçirdi içinden. Martıların ev sahipliğinde tarihi yarımadayı, Kız Kulesi’ni, köprüleri, falanları filanları göreceğini düşündü. Genç adam o sırada karşısındaki kızı etkilemek için birkaç bilgi satmaya çalıştı. Genç kız gülümsedi, sonra sustular. “Hadi,” dedi genç kız, “içeri geçelim.”

İnsanlar aceleciydi. Az önceki sakinlikten eser kalmamıştı. Henüz kapılar açılmadan neredeyse herkes minicik iskele binasına doluşmuştu. Fakat bazıları hâlâ daha dışarıdaydı, otuzlarına birkaç adım kalan genç çift onlardan bazılarıydı. Genç adam dikilip vapurdan inenlere bakıyor, genç kadın ise sigarasının son nefeslerini içine çekiyordu. Konuşmuyorlar, yalnızca etrafı gözlemliyorlardı. Beşiktaş tarafından telaşla gelenler vapuru kaçırmamak için koşarken onlar öylece dikiliyorlardı. Akıllarından geçenleri paylaşmıyorlar, sadece ara sıra bakışıyorlardı. Vapurdan inenler etrafı mahşer yerine çevirmeye başlayınca genç kadın sigarasına veda etti. Elini uzattı ve genç adamın elini tuttu; iskelenin içine doğru hareketlendiler. İskele binasının dışında Kadıköy’e gidecek yolcu kalmamıştı neredeyse. Kadıköy’den gelenler hızla Beşiktaş tarafına doğru yürüyor, uzaklardan koşarak vapuru yakalamaya çalışanlara engel teşkil ediyorlardı. Koşanları gören Yücel, hâlâ daha dışarıda tek başına dikilmeyi sürdürüyordu. Herkes çift değildi burada. Bir de yalnızlar vardı. Yücel de onlardandı. Vapura yalnız binişi ne ilk ne de son olacaktı. Ancak vapur onun için zaman mefhumunun kırılmasına yol açardı. Sanki tüm anıları bir bir yeniden canlanır, Yücel de o zamanlara yolculuk yapardı. O yüzden ne zaman vapura yalnız binse içinde acı duyardı. Bazen neşeli anlar da aklına gelir, fakat o anları tekrar yaşayamayacağını hatırlayınca yine hüznün soğuk yüzünü kalbinin orta yerinde hissederdi.

İskele çalışanlarının, kapıları kapatmak için hareketlendiğini gören Yücel, akbilini cebinden çıkardı ve uyuşuk hareketlerle vapura doğru ilerledi. Vapuru kaçırmayı dert etmiyordu diğerleri gibi. Kaçırsa ne olurdu, otuz dakika daha beklerdi sadece. Dünyeviliği giderek yitirmiş, hayat onun gözünde bekleme salonu gibi görünmeye başlamıştı. Güzel zamanlara kavuşması ergenlik sonrasında gelen yıllar olmamıştı. Hatta çocukluğu, gençliğinden daha cömert davranmıştı. Oysa çocukken büyümeye hevesli biriydi. Şimdi dışarıdan bakıldığında kocaman bir adamdı Yücel. Kocaman ama yapayalnız bir adam. Kimse bunun farkında değildi. Gemiye yürürken aklından geçenler, gözlerini bitmek üzere olan bir gaz lambasına çeviriyordu. Bu sırada yanından koşarak bir kadın geçti, nefes nefeseydi, tıpkı Yücel’in içindeki ruh gibi kıvranıyordu genç kadın. Oksijeni kalmamıştı, Yücel de öyle hissediyor ama bunu dışarıya pek yansıtmıyordu. Genç kadın Yücel’e gülümsedi, Yücel de zoraki bir şekilde karşılık verdi, ardından genç kadın hızla yer aramaya koyuldu ve gözden kayboldu.

Vapura biner binmez yosun, tuvalet, yakıt ve demirin ortaklaşa çıkardığı koku burnuna sirayet etti. Pek rahatsızlık duymadı, yabancısı olduğu bir şey değildi bu. Oturacak bir yer baktı, insanlar çabucak yerleşmişti, Yücel ayakta gitmeye de razıydı, en iyi yerleri kapma kaygısı artık kalmamıştı. Vapurun en üst katına çıktı; insanlar muhabbet ediyorlar, daha yeni binmiş olmalarına rağmen fotoğraf çekiyorlardı. Bazıları çaylarını bile almışlardı. Bu ne hız, diye içinden geçirdi Yücel. Gökyüzüne baktı, bulutlar güneşi yenmiş gibiydi. Güneş yoktu ortalıkta. Rüzgâr saçlarını dağıtıyor, insanların neşeli cıvıltıları martıların oynaşmalarına karışıyordu. Gittikçe ufalan Beşiktaş’ı izledi. Boğaz köprüsü iki parmağının arasından daha da minik olacaktı birazdan. Beyaz martılar simit atanlar için şarkı söylüyordu. Vapura ilk defa bindiğini düşündüğü bir aile sürekli fotoğraf çekiyordu, onları izledi. Yanına baktı, yanında kimse yoktu. Birilerinin olduğunu tahayyül etti, başarısız oldu. İnsanların kahkahaları ve yüksek sesli konuşmaları hayal kurmasının önünde canavar gibi bekliyordu. Gök gürledi. Önce yavaş, sonra daha sert. İnsanların bir bölümü bir alt kata, yani kapalı alana hareketlendiler. Dışarıda kalanlar daha sessiz olanlardı. Yücel etrafa baktı: Dolmabahçe Sarayı’na, Beşiktaş Stadı’na, Beşiktaş’a, az ötedeki Kız Kulesi’ne, Üsküdar’a.

Gökyüzüne baktığı sırada ayaklarının ucuna bir karga kondu. Garipsedi, martıları bekliyordu, fakat karga gelmişti sadece. Onunla yer değiştirmek için her şeyini verirdi. Karganın gözlerine baktı, derdini anlatmaya çalıştı. Yer değiştirme teklifi yaptı içinden. Yücel kadar yalnız olan karga pek anlamamış olacak ki çabucak gitti, arkasından acımtırak bir şekilde gülümsedi Yücel, uçuşunu kıskandı, uçmak istedi, kanatlarının olmamasına sinirlendi. Birdenbire şimşekler çaktı, gök yarıldı sanki. Sesten irkildi. Çok geçmeden gökyüzü rahmetini hunharca insanlığın üstüne yağdırmaya başlayınca dışarıda oturanlar gülümsemeler eşliğinde kapalı alanlara kaçtılar. Yücel hareket etmedi, bulunduğu yere diğerlerine nazaran daha az yağmur geliyordu. Hemen üstünde minik bir çatı vardı. Vapurun en üst katında yalnızca kendisinin kaldığını düşünmüştü ki, arkasına dönünce vapurun kenarında bir çift gördü.

Genç kız makyajının ve saçlarının bozulmasına hiç aldırış etmeden yavaş hareketlerle sırt çantasına uzandı. Bu sırada ıslanıyorlardı. Mavi bir yağmurluk çıkardı. “Zekice,” dedi delikanlı. Biraz da kıskandı, içeri gitmek istiyordu ama kız oralı değildi. Toplumun ona yüklediği eril alışkanlıklara bir anda sırtını çeviremezdi, kız istemedikçe orada öylece durmalı ve ıslanmalıydı. Ama biraz daha ıslanırsa, esen rüzgâr sebebiyle hasta olacaktı, buna emindi. Çevresine baktı, kimsecikler yoktu, yalnızca tek başına oturan bir adam gördü. Yorgun bakışlı bir adamdı bu. Adamın bulunduğu yere daha az yağmur geliyordu. Bari oraya geçsek, diye geçirdi içinden. Söyleyemezdi, genç kız ne düşünürdü kim bilir. Onu basit, güçsüz bile bulabilirdi, maazallah, dedi, olmasın öyle bir şey. Genç kız katlanmış yağmurluğu açtı. “Sen ıslanacaksın şimdi.” dedi ve gülümsedi. Zoraki bir ifadeyle güldü delikanlı. Yapacak bir şey yok, diye geçirdi aklından. O sırada genç kız gülümseyerek karşısında oturan gence yanına gelmesini işaret etti, genç adam kalktı ve kızın yanına geçti. Genç kız yağmurluğu iyice açarak yağmurdan korunmaya çalıştı. “Yaklaşsana ya, ıslanıyorsun!” dedi, konuşurken gülümsemesini hiç eksik etmiyordu. Genç adam yağmurluğun altına girdi, dudakları genç kızın dudaklarının yanı başındaydı, gözleriyle genç kıza baktı. Genç kız da karşısındaki kahverengi iki gözde kendisini gördü. Yağmurluğun mavisi genç adamın kahverengi gözlerinde eriyip, genç kızın silüeti olarak var oluyordu sanki. Dudaklarını genç adamınkilere doğru uzattı genç kız.

Yücel arkasına yeniden döndüğünde az önce gördüğü iki kişinin vücutlarının hâlâ daha orada olduğunu ama başlarının yağmurluğun altında kaldığını gördü. Biraz baktı, ardından yerinden kalktı. Yağmur peyderpey yağıyordu. Boğazı süzdü, mavilikleri, gemileri, sisin ardında kaldığını bildiği tarihi yarımadayı. Görüş açısı cidden azalmıştı, devasa vinçler her zamanki gibi dikkatini çekti, sonra boğazı geçmekte olan gemiler takıldı gözlerine. Haydarpaşa Garı hâlâ daha etkiliyordu onu.

İçeri girdi. Merdivenleri indi. İnsanların konuşmaları aniden zihninde yankılanmaya başladı. Boş bir yer buldu ve oturdu. Yağmurdan ötürü vapurun pencereleri ıslaktı. Dışarıda olan biteni pek göremiyordu, insanlara baktı. Uzakta oturan bir kadınla göz göze geldi. Geçmişte tanıdığı birine benzetti, acaba o mu, diye düşündü, inceledi. Kadın rahatsız olur mu diye geçirdi aklından, kafasını aksi tarafa çevirdi. Kitap okuyan bir başkasını gördü, eliyle çay taşıyan bir genç önünden geçti, arkasında oturan genç kızların fotoğraf çekerken attıkları kahkahalar kulağına erişti, aldırmadı, az önceki kadına yeniden baktı, başını yanındaki adamın göğsüne çoktan bırakmıştı. Pencereden dışarıyı izlemeye gayret etti, hiçbir şey görünmüyordu. Bulanıktı. Gelecek kavramına benzetti pencereyi. Gelecek de böyleydi, kendisini az buçuk belli ediyordu ama birdenbire bir şey çıkarıp gösterdiği şeyin onda birini bile insana vermeyebiliyordu. 

Ayaklandı, bir kez daha merdivenlere ilerledi. Vapurun çıkış kapısının berisinde beklemeye başladı. Bu kez herkesten önce inmek için çabaladı. Nedense içi sıkılmıştı. İnsanlar zamanla arkasına doluştular. Seslerden uzaklaşamadı, her birinin hayatına ister istemez o da katıldı. Ne kadar sorun vardı hayatta, ne kadar insan varsa milyonlarca kat daha fazla sorun vardı. Gemi, Kadıköy’deki iskeleye yanaştı, kapılar açılmaya başladı. Beşiktaş’taki gibi vapurdan inen insanlar sanki Kadıköy kaçacakmış gibi koşar adımlarla yürümeye başladılar. Yücel sağdan yavaşça yürüdü, yanından geçenlere aldırış etmedi. Kadıköy sahilinden vapura binenlere baktı, Beşiktaş yolcuları yer kapma yarışına çoktan girmişlerdi. Az ötede bir simitçi vardı, simitlerinin sıcak olduğunu haykırıyordu. İskelenin yanındaki demirlerde bir karga gördü. “Yer değiştirmeye var mısın?” diye sordu. Karga uçtu gitti.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kırmızı Leğen

Topal İhtiyar

Akıl Karantinası