Topal İhtiyar

İzmir Basmane Tren Garı'nın 3.peronundan, saat 19:12'de yola çıkan eski püskü bir demir yığınının 4.vagonunda oturuyordum. Güneş, diyarımızı terk etmek üzereydi. Başka yerleri aydınlatmaya, başkalarına umut olmaya hazırlanıyordu. Trenin penceresinin ardında kalan dünyayı aheste bir hâlde takip ediyordum. Yorgundum, bitkindim, biçareydim. Saatlerce sürecek seyahatim sırasında iç dünyamda yolculuk yapmayı, yanlışlarımı ve doğrularımı gün yüzüne çıkararak, onları bir bir kontrol etmeyi planlıyor; trenin karanlık camında kendimle göz göze gelerek hayatın anlamına bir adım daha yaklaşmayı umuyordum.

Vagon neredeyse bomboştu. Çocuklu birkaç anne, yalnız üç beş insan ve ben... En azından gözüme çarpanlar, bunlarla sınırlıydı. Tren bir beşik gibi sallana sallana yola koyulurken, güneşin tamamen kayboluşuna tanıklık ediyordum. O esnada yanımdan topallayarak geçen yaşlı bir adam, birdenbire önümdeki boş koltuğa oturdu. Sonradan öğrendiğime göre engelliler için üretilmiş bu koltuklar, yüz yüze bakan cinstendi; yaşlı adamın kırışmış suratı ise tam karşımdaydı.

Bir şeyler satmaya çalışan tren çalışanlarına, bilet kontrolü yapan görevlilere... Her geçene bir şeyler soruyordu ihtiyar. Yalnızlığını gidermeye çalıştığını anlamamak için hem görmemek hem de duymamak lazımdı. Anlıyordum ama ruh hâlim iletişim kurmaya müsait değildi. Camın öteki tarafına odaklanmış soğuk ifadem, yaşlı adamın laf atma konusundaki cüretkârlığının yitip gitmesine yol açıyor olmalıydı. Buna rağmen bir süre sonra dayanamamış olacak ki, "Yolculuk nereye, evlat?" dedi. Bakışlarımı pencereden uzaklaştırarak, ihtiyara yoğunlaştırdım.

"Son durak, amca," dedim, "Eskişehir'e."

"Eskişehir'de mı yaşıyorsun?"

"Yok yok, oradan da İstanbul'a geçeceğim."

"İstanbul çok karışık memleket. İşin zor."

"Öyle, haklısınız."

"Bir şey, bir yerde ne kadar çoksa değeri o kadar azalır. İstanbul'da insan çok, yani insanın pek değeri yok, evlat."

"Doğru söylüyorsunuz. Bilir misiniz İstanbul'u?"

"On beş sene yaşadım... Eyüp'te. Emekli öğretmenim ben. Sonrasında İzmir'e taşındım... 2001'de. Kaç sene olmuş sen hesapla."

"Anladım." dedim. Bir müddet sessiz kaldıktan sonra bir şeyler sorma zorunluluğunun tahâkkümü altında ezildim ve nihayetinde "Yolculuk nereye?" diye sordum.
"Kars'a gidiyorum. Eskişehir, Ankara, Kars."

"Trenle mi devam edeceksiniz?"

"Evet, trenle."

"Yolunuz bir hayli uzun desenize."

"Tren yolculukları hayata benziyor. Bir durakta binen biri, diğer durakta iniyor. Tam kaynaşmış oluyorsun, seni bırakıp gidiyor. Veyahut aynı istasyondan bindiğin, yoldaş dediğin kişi, aniden senden önce iniyor, sen de yapayalnız kalıyorsun. Trenler, gerçekten hayatı anlatıyor ve öğretiyor, evlat."

Düşünceli bir edayla camdan dışarı baktım, kuşkuyla yoğrulmuş suratımla yüz yüze geldim. İhtiyar yeniden lafa girdi:

"Neden bilmem, trenlerdeki samimiyet hiçbir yerde olmuyor. O yüzden diyorum, tren ve hayat arasında çözemediğim bir bağ mevcut. Engelli ve yaşlı indirimi de var. Böyle bir fırsat kaçar mı?" dedi gülümseyerek ve devam etti:

"Hayat sokaklarda yaşanıyor, evlat. Herkes kendi hikâyesini bildiği yolla yazıyor. Kapalı kapılar ardında, dört duvarın orta yerinde yalnızlığa tutsak edilmiş bir hikâyeyi kimse okumak istemez ama bazıları bunda ısrar ediyor. Bu hikâye ana karaktere de yaramaz; bedbaht ruhlar, biçare yürekler her yerde. Kafanı kaldır da etrafına bak. İnsanlar mutsuz. Neden? Çünkü denemiyorlar. Başka şeyleri, keşfetmeyi, görmeyi, farklı açıdan bakmayı... İnsanlar mütemadiyen şikayet ediyorlar fakat kendi etraflarında dönmekten başka bir şey de yapmıyorlar, çıkış yolu bulmaya çalışmıyorlar, yalnızca şikayet ediyorlar. Bir kere gelinen dünyada içi dolu, ilgi çekici bir hayatın kime ne zararı olur ki?"
"Keşke herkes sizin gibi düşünebilse," dedim, "bu söylediğiniz çok doğru ama bunu gündelik hayata yansıtmak için cesur olmak, fedakârlık yapmak gerekiyor. Herkes başaramaz."

"İnsanlar belli acıları yaşamadan bir şeyleri anlayamıyorlar; haklısın. Keşke bir şeyleri kaybetmeden anlayabilseydik bazı şeyleri... Kişi, sevgi kavramını kaybedince farklı şeylere tutunması elzem oluyor; tutunmazsa yaşayamaz çünkü."

"Hayat işte," diyebildim fısıldayarak, "hayat."

"Hayat, sevmektir, evlat. Hayatın anlamı sevmekten geçer. Geriye kalanlar kendini avutmak için oyalandığın nispeten küçük heyecanlar... Sen, sen ol asla sevmeyi bırakma. Sevmeyen, sevilmez. Sevilmemek bu evrendeki en büyük şanssızlık ve mutsuzluktur. Allah kimseyi bununla sınamasın." dedi yaşlı topal adam.

Cevabımı beklemeden ayaklandı. "Neyse," dedi, "ben daha fazla başını ağrıtmayayım da yerime gideyim, biraz kestiririm belki. İyi yolculuklar sana."

"Estağfurullah..." diyebildim. "İyi yolculuklar."

Yaşlı topal öğretmeni Eskişehir Tren Garı'na dek bir daha görmedim. Garın alt katında bilet kontrolü yapılan yere hareketlendiğim sırada yaşlı adam topallayarak "Ankara" yazan bölüme yavaş ve umursamaz bir tavırla yürüyor, hikâyesine yeni sayfalar eklemek üzere yol alıyordu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kırmızı Leğen

Kırmızı Sepet