Karanlıkta Yolculuk

Birkaç saat önce şahit olduğum elim hadise gözümün önünden gitmek bilmiyor. Cansız bedeni yeryüzünün derinliklerine hızlıca hapsetmek adına aceleyle fırlatılan toprak parçalarının yarattığı ürpertici sesler, hâlâ daha kulağımda yankılanıyor; üç dört saat evvel içinde bulunduğum mezarlık, beni uzunca bir süredir kendisine mahkum ediyor. Bu sahneden kurtulmak için kafamı camdan kaldırıyor ve hafifçe sallıyorum. Yan tarafımda süregelen şey ilgimi çekiyor; kara yolunun sağında uzanan, emniyet şeridi diye adlandırılan yolu diğer kısımdan ayıran namütenahi çizgiye odaklanmaya başlıyorum. Çizginin beyazlığında kayboluyor, ara sıra da araba lastiği izleri nedeniyle aklığı pislenmiş yerlerinde kendimden bir şeyler çıkarmaya uğraşıyor, sonrasında da türlü türlü düşüncelerle boğuşuyorum.

Yaşadıklarımın üstünden birkaç saat geçmiş olmasına rağmen, tüylerim ilk anki gibi hâlâ daha diken diken. Çizgi ise devam ediyor, şimdilik durmak bilmiyor, sanırım yaşamı temsil ediyor. Hava tam anlamıyla kararmak üzere, diğer araçların farları dikiz aynasından yansıyor ve zaman zaman bulunduğumuz arabanın içini aydınlatıyor. Bu sırada sonsuza dek sürecekmiş gibi duran sükut sona eriyor; içerideki kasvetli havaya hiç yakışmayacak şekilde “Amma da trafik var.” cümlesi yankılanıyor. Cümlenin sahibi herhangi bir cevap alamıyor fakat hiç yoktan bakışlarımı farklı bir yere odaklamamı sağlıyor.  Başımı çizgiden uzaklaştırıyor ve etrafıma dikkatlice bakmaya başlıyorum. Evvela etraftaki araç trafiğine, akabinde arabadakilere... Benimle birlikte seyahat eden kişilerin yüzlerinde, hissettiklerime benzer şeyler var mı diye sorgulamak istiyor; nihayetinde gözlerimi kısarak sessizce gözlemlemeye koyuluyorum.

Çaprazımda kalan, reflekslerinin kurbanı gibi görünen adam, robotvari bir hâlde içinde bulunduğum araca yön veriyor. Çok geçmeden yüzünde ekşimsi bir hava oluşuyor, trafik biraz düzelince o mimiklerden eser kalmıyor. “Otobanın normale göre bir hayli kalabalık olması onu germiş olmalı.” diye geçiriyorum içimden. Onu kendime hiç yakın hissetmiyorum, anlık ruh hâllerini, içimde bulunduğum hissiyatın yakınına dahi koymaya layık görmüyorum.

Şoför koltuğunun yanında oturan, kızıl saçlı kadının omuzlarına düşen kırılmış saçlar ilgimi çekiyor. Saçlarının diplerinde siyaha dönüşen saç tellerine bakıyorum sonra. Önümde oturan orta yaşlı bu hanımefendinin yüzünü görmem çok zor olsa da, kimseye belli etmeden, kafamı usulca cama yaslıyor ve kadının sağ tarafından şekil şemalini anlamaya gayret ediyorum; korku ve hüzne tutsak olmuş soğuk bir surat görüyorum. Şofördekinin aksine, sadece birkaç saniyede yüzünün yalnızca sağ kısmından birçok fikir ediniyor ve bir o kadar da çıkarımla fikirlerimi dallandırıp budaklandırıyorum. Çıkarımlarımın neredeyse tamamı kararan gökyüzünden daha aydınlık olmayan yerlere varıyor; aldırış etmemek istiyorum ancak başaramıyorum. “Ölüm,” diyorum, “bu hayatın yegâne gerçeği. Ve biz faniler, bundan asla kaçamayız.”

Başımı kimsenin dikkatini çekmeden yavaşça kaldırıyorum; sol tarafımda oturan ve normalde çok alımlı fakat şu anda yüzü gözü dağılmış bir hâlde olan genç kadına çeviriyorum. Genç kadının göz pınarlarının durmak bilmeden akması neticesinde şişen ve kızaran gözleri dikkatimi çekiyor. İri kahverengi gözleri, tıpkı bir kara delik gibi, dikiz aynasından yansıyan ışık buklelerini bir bir sönümlüyor, içine çekiyor, yansıtmıyor ve sanki “Bu ışık, bunca karanlığı aydınlatmaya yetmez!” diye haykırıyor. Genç kadının gözlerindeki panik yaratan endişeyi görür görmez  “İnsanoğlu ölüm gerçeğiyle neredeyse her gün yüzleşmesine karşın nasıl delirmiyor?” sorusu aklıma düşüyor.  

“İyi bari, trafik açılıyor.” diyor arabayı kullanan adam. Yine kimse cevap vermiyor. Çok geçmeden yine lafa giriyor:

“Rahmetli çok iyi yaşadı, çok da iyi yaşattı. Cenazeyi gördünüz, değil mi? Onca insan… Herkese nasip olmaz böyle bir hayat.”

Yanımda oturan genç kadın mendiliyle akan göz yaşlarını sildiği sırada “Öyle.” diye fısıldıyor. Önümde oturan kızıl saçlı kadın da başını yavaşça sallayarak konuşulanlara katıldığını belirtiyor. Ben ise başımı cama yaslıyorum, sağımda akmakta olan çizgiye bakıyorum, çizgi bir süreliğine kayboluyor ya da karanlıktan ötürü göremiyorum. Bakışlarımı yerden kaldırıp, uzaklara odaklıyorum. Karanlık camda kendimle göz göze geliyorum; gözlerimin altı torba torba, mosmor. Yüzümün çeşitli yerlerinde sivilceler çıkmış, gerçekten de berbat görünüyorum ama umursamıyorum. Kendime bakmadan karanlığa dikiyorum gözlerimi. İşte o esnada kilometrelerce uzakta, bir tepede bir ışık parlıyor, bir evde, belki de derme çatma bir kulübede birileri karanlığı paramparça ediyor. Aklımı allak bullak bir hâle getiren ölüm gerçeği tuzla buz, ışık ise benim umudum oluyor. “Umut parıltıları,” diyorum, “ölüm karanlığını aydınlatmaya yeter. Ve bizler, umut ettikçe var olacak; en azından yaşayan birer ölü olmaktan kurtulacağız.”



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kırmızı Leğen

Kırmızı Sepet

Topal İhtiyar