İhtiyar

Bilenleriniz vardır elbet, İstanbul’un Avcılar ilçesinin sahil şeridi pek bir nefis, pek bir ferahtır. Buna rağmen ilçe merkezinin oldukça aşağısında kalması nedeniyle, bilhassa hafta içi günlerinde sahil şeridi bir hayli sakindir. Martılarındır, kedilerindir ve köpeklerindir. Hele ki mevsim kışsa, insan sayısı daha da düşer; hafta içi öğle saatlerinde sahilde in cin top oynar, rüzgarın gürültüsü eşliğinde bir sağa bir sola savrulan ağaç dalları kedilerin ilgisini çeken yegâne şey olur. İnsan denen ırk adına birkaç temsilciden başkası olmaz sahilde; gelenler kimi zaman emekli amcalardır, bazen köpeklerini gezdiren teyzelerdir, nadiren de okuldan kaçan liseli aşıklardır.

Yosun kokusuna tutsak olan sahil şeridinin güzel bir köşesinde yer eden minik bir kafe gözünüze çarpar. Denize sıfır, kayalıkların yanı başında öylece duran, açık havalarda güneşin batışının muazzam bir şekilde gözlenebileceği gösterişsiz ama vakur bir kafe... Bir zamanlar benim de bünyesinde bir çalışan olarak bulunduğum bu kafenin müşterileri genellikle aynı kişilerdi. İnsan denen varlığın sosyal bir canlı olmasından mütevellit, hiç sıcakkanlı biri olmasam da zamanla gelenlerle iletişim kurmak, onların hayatına iştirak etmek zorunda kalırdım. Kafeye sürekli gelen insanların yaş ortalamaları yarım asırdan fazlaydı. Bu insanlar, başlarına gelen bedbin olaylar sonrasında hayalleri bir bir kırılan tiplerdi; hayata dair inancı kalmayan, umudunu yitiren ve beklentisini düşüren... Yaşlı insanlar zamanla sıkılırlar gerçekleşmeyen hayallerden, vazgeçerler, düşlemeye son verirler, hayatın aslında ne olduğunu gençlerden daha iyi bilirler. İçlerindeki çocuğu kaybederler kimi zaman, bu da düşüncelerine ve nihayetinde sözlerine yansır. Tüm bunlar da onların genç insanlara nazaran daha konuşkan olmasını sağlar. Zira onlara göre, onlar, zaten  yaşadıklarını tamamlamış ve her şeyi görmüşlerdir, tecrübelerini aktarmaları elzemdir, bu yüzden gençlere bir şeyler söylemelilerdir; aslında bazen de haklılardır. İşte bu yüzden kafemize gelen amcalar ve teyzeler benimle iletişim kurma konusunda hiç çekingen değillerdi. Hayatıma dair bir şeyler öğrenmek adına sanki can atıyorlardı; başlarda buna alışmakta güçlük çeksem de zamanla alıştım. İnsan her şeye alışıyor.

Hizmet sektöründe çalışmak kişiye çok şey katıyor. İnsanların aklından geçen düşünceleri daha iyi çözmenizi sağlıyor. Kafede çalışmak bu açıdan ben de pozitif bir etki yarattı. Mimiklerden ve beden dilinden yola çıkarak insanların zihinlerinden geçenleri daha rahat anlamaya başladım. Fakat bazı müşteriler diğerlerinden farklıydı. Yüz ifadeleri hiç değişmez, her gün gelseler dahi iletişim kurmak adına hiçbir şey yapmazlardı. En çok dikkatimi çeken kişi yetmiş yaşını devirdiğini düşündüğüm, yüzü kırış kırış olan gözlüklü bir ihtiyardı. Yaşlı adam ve tatlı eşi neredeyse her gün kafeye gelirler ve cam kenarındaki en güzel masaya otururlardı. Adam önündeki gazeteleri karıştırırken, eşi el işiyle uğraşırdı. Masalarına kurulmalarını bekler, yerleştiklerini görür görmez yanlarına gider ve ne istediklerini sorardım. Aslında ne istediklerini bilirdim ama yine de sorardım. Aynı sert tonlama ile söylerdi yaşlı adam: “Bir çay, bir kahve. Orta!”

Siparişini verdiği sırada söyleyeceklerini içimden geçirir ve hiçbir zaman yanılmazdım. Hatta öyle ki, yaşlı kadının ne tepki vereceğini bile bilirdim: “Kahve sende çarpıntı yapıyor, bey. İçme.” Yaşlı adam genellikle bu uyarıdan sıkılır, çoğu zaman “Bir şey olmaz.” diyerek geçiştirir, bazen ise sert çıkışırdı:

“Keyfimin kâhyası mısın kadın!”

Aşağı yukarı altı ay, neredeyse haftanın beş günü gördüğüm bu çiftten yalnızca tatlı kadın bana bir şeyler söylerdi. Soğuk, neşesiz ihtiyarın aksine eşi benimle ilgilenir, neler yaptığıma dair sualler sorar, ben de içten yanıtlar verirdim. Konuşma çok uzadığında ise yaşlı adam “Bırak çocuk işini yapsın.” diyerek konuşmayı sonlandırır, beni de işimin başına postalardı. Kafede süregelen iş hayatım boyunca yaşlı adamın yüz ifadesi hiç değişmedi, bakışlarındaki soğukluk asla gitmedi.

Kafede çalışmayı bıraktıktan hemen hemen bir yıl sonra yolum Avcılar’a düştü; sahile indim. Şubat ayının soğuk bir günüydü, kış güneşi henüz en tepeye ulaşamamıştı; ısıtmıyordu, dolayısıyla ellerim buz tutmuştu. Kafeye hızlı adımlarla yol aldım, cam kenarındaki bir masaya oturdum. O gün kafede çalışan iki kişiyi de tanımıyordum; biraz hayal kırıklığına uğradım, gözlerim ihtiyarı ve eşini aradı, onlar da yoktu. Kafenin müdavimlerinden birkaçı oradaydı ama sohbetin en güzel yerinde olmalılardı; bana bakmaya tenezzül bile etmediler. Bir süre denize, denizin üstünde sallanan minik kayıklara, kayıklarda oynaşan martılara, dalıp çıkan balıkçı kuşlara baktım. Güneş yükselmişti; gözlerimi kısarak açabiliyordum. Bu sırada tam karşımdaki masanın sandalyesinin çekildiğini duydum. Bakışlarımı o yöne çevirdim; neşesiz ihtiyardı gelen. Masaya oturdu. Etrafa bakınmaya başladım; kapıya, kasaya ve diğer masalara... Eşi yoktu. Aklıma gelen ilk şeyin gerçek olmamasını umdum bir süre. Ötedeki masada oturan sportif görünümlü 45-50 yaşlarındaki kadın yaşlı adamın yanına gelerek “Başın sağ olsun, amca.” dedi. Yaşlı adam pek bir şey söyleyemedi, dudaklarını iki tarafa çekiştirerek teşekkür ettiğini anlatmaya çalıştı. İçim burkuldu öylece kalmasına, donuk bakışlarına. Bir süre, ona belli etmeden, onu izlemeyi sürdürdüm. Hareketleri iyice aksaklaşmış, yüzündeki sertlik kaybolmuştu. Çok geçmeden tanımadığım kafe çalışanı, ihtiyarın yanına gelerek ne istediğini sordu. Yaşlı adam kibar bir tavırla “Çay alabilir miyim, evladım,” dedi, “ama cam bardakta.”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kırmızı Leğen

Kırmızı Sepet

Topal İhtiyar