Vapur

Vapurdayım, karanlık, vapur neredeyse bomboş. Aklımın köşesindeki bir yere, mantık mefhumu sokağına girmeden hemen sağda bulunan boş duvara yazıyorum bu satırları. Zihnim allak bullak, düşünceler ışık hızıyla geliyor ve geçiyor. Hava çok soğuk, mart soğuğu hafife alınır cinsten değil cidden, vapurun en üst katındayım, Karaköy’den Kadıköy’e gidiyorum, soğuk havalarda insanlar dışarıda oturmak istemiyorlar, pek fazla kimse yok ama olanlar da içeriden izliyorlar boğazı. Hak veriyorum ama gerçekleştiremiyorum, martıların sesini duymadan yapamıyorum, üç kuruştan bir kuruş fazla param olmasa bile simidimi martılarla paylaşmadan edemiyorum. Hava gerçekten çok soğuk, ellerim donuyor, insanların neden içeride oturduklarını tekrardan anlıyorum, hak da veriyorum, zaten neye hak verdiysem, onları bir türlü yapamıyorum, diye aklımdan geçiriyorum. Doğru dediğim neyi yapabildim ki, diyorum, neyse kendine haksız etme, kimse kusursuz değil, diye su serpiyorum içime, söyleniyorum fakat olmuyor.

İstanbul Boğazı’nı akşam saatlerinde daha çok sevdiğimi anlıyorum. İğrenç binaları görmemek içimi biraz olsun rahatlıyor, tiksindirici beton çığlıklar yerine yalnızca ışıklarını görmek İstanbul’un mahvedilişini biraz olsun gölgeliyor, bunu seviyorum. Aslında boğazı gündüzleri de seviyorum ama akşamları ayrı güzel. Galata Kulesi’nin ışık bukleleri arasında hemen fark edilmesine bayılıyorum, çok özel bir balonun en güzel kızı gibi Galata Kulesi. Görmemek, fark etmemek, bakmamak imkânsız. Ondan uzaklaştıkça güzelliğini görmek güçleşiyor ama siluetiyle ben buradayım, diye haykırıyor hep; güzelliğinden asla taviz vermiyor. Galata Kulesi’nin silüete dönüşünü anbean takip ediyorum. Baloyu bırakıyorum, acaba Hezarfen cidden atlamış mıdır, diye kendime bir soru soruyorum. Yok canım, daha neler, Evliya Çelebi’nin müthiş hikâye anlatıcılığından olmalı, diyorum, akıl sır erdiremiyorum çünkü, olamaz böyle bir şey, şeklinde söyleniyorum. Çok geçmiyor, birkaç saniye sonra Aya Yolculuk kitabını yazan Jules Verne aklıma geliyor. 1865 yılında yayınlanan De la Terre à la Lune, yani Ay’a Yolculuk kitabının o zamanlarda dalgaya vurulduğunu hatırlıyorum. Jules Verne’nin müthiş hayal gücüne saygı duyuyorum; 100 küsür yıl sonra Ay’a hakikaten çıkıldı, diye biliyorum. Biz böyle öğrendik de Ay’a gerçekten çıkıldı mı, diye düşünüyorum. Armstrong’un 1969 yılında “İnsan için küçük insanlık için büyük bir adım.” dediği kayıtları zihnimde döndürüyorum, akabinde de her şeyin NASA tarafından California’daki bir stüdyoda çekilmiş olabileceği söylentileri kafamı kaplıyor, işin içinden çıkamıyorum, boş ver diyorum, zaten ben en çok Yuri Gagarin’i seviyorum.

Gözlerimin önünde gittikçe ufalan tarihi yarımadanın başından geçenleri düşünüyorum. Ne insanlar gördü burayı, ne sultanlar alamadı alacağını, ne âşıklar yazamadı sevdasını, bazıları da aldı, bazıları da yazdı, diyorum, tarih de onların isimlerini aldı ve sırayla yazdı. Benim gibiler vardı bir de, bakan ve sonsuza dek silinen. Burayı gören, gördüklerinden etkilenen, bir şeyler düşünen, ilham alan ve sonradan yok olup giden, onları kim yazacak bilemem, tarih zaten taraflı, başarı kavramı, tarihi bile baştan sona zapt etmiş, başarılı olamadıkça yeriniz yok kırık hayaller çöplüğünde, yalnızca kırık bir hayal olup, çöplüğe giden milyonlarca, hatta milyarlarca çöpten biri oluyorsunuz, ne acı.

Hava soğuk, ufaktan titriyorum. Vapur yüksek sesiyle geldiğini haber veriyor Kadıköy’deki iskele çalışanlarına. Martılar uçuşuyor ve çığlık atıyorlar, karanlık da Kadıköy’e yaklaştıkça yitip gidiyor, yerini sahte ışık kaynakları alıyor, güneş gibi değiller ama yine de aydınlatıyorlar etrafı. İnsanlar kapıya yanaşıyorlar, önce içeri giriyorum, akabinde kapıya yöneliyorum, içerisi sıcak, çok sıcak, keşke, diyorum, keşke burada otursaymışım ama yapamazdım, biliyorum. Kapıdan iskeleye adımımı atıyorum, aklıma Armstrong geliyor, benim için küçük, insanlık için çok daha küçük bir adım, diye söyleniyorum ve acıklı bir şekilde gülümsüyorum, ne acı, benim adımımdan kimsenin haberi olmayacak. Martının biri çığlık atıyor beni onaylamak istercesine, martılar, her zaman gerçekçiler, korkunç bir şekilde.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kırmızı Leğen

Kırmızı Sepet

Topal İhtiyar