Kırmızı Sepet


Sahil tenha ve sıcaktı. Tenhalığın sebebi yaz güneşinin tam tepede olmasıydı. Masmavi gökyüzü denize nazire yaparcasına ışıldıyordu. Deniz ve gökyüzü mavilik yarışına tutuşmuşlardı. Güneş de mücadelenin hakemiydi sanki. Kazananı belirlemek için parıldırıyor ve adaletinin kudretini üstümde hissettiriyordu. Güneşin bedenimi kavurmasına aldırış etmeden yürüdüm. Biraz terledim, sonrasında denizin yanına iliştim, mavi dalgalar beyaz köpüklere karıştıkça serinlik hissettim. Deniz, ah deniz ne güzel şeysin, keşke sürekli senin yanında olabilsem canım deniz. Kayalıklara oturdum, yanıyordu kayalıklar... Kızarmış piliç gibi. Bu havada piliç gitmez. Kızarmış kestane gibi kayalıklar. Kestane olur mu? Sanmıyorum. Bu havada çay bile içilmez. Kayalığın sivri tarafı rahatsız etti, kafamı kaldırdım, daha uygun bir yer buldum. Oturur oturmaz yine yandım, birkaç saniye sonra geçti, insan her şeye alışıyor. Gözlerimi gene alıkoydum denizden, az ötede bir çocuk vardı, yanında kırmızı bir sepet bulunuyordu. Kafası eski püskü bir şapka için askı görevi görüyordu. Tombul bir çocuktu bu. Kavruk tenliydi, güneşle arası iyi olmalı.

Çocuğa baktım, on iki yaşında ancak vardı. Bu saatte, burada, ne yapıyor bu çocuk? Sepette hayalleri vardır belki de, hayallerini uçsuz bucaksız denizle paylaşıyor olmalı, geçmişimi anımsattı. Şapkası güneşten koruyor mudur, kışın da bu kadar kavruk mudur teni. Üstündeki yeşil şortta Ninja Kaplumbağalar’ın figürleri vardı. Ninja Kaplumbağalar'ı seviyor olmalı. Küçükken ben de severdim Ninja Kaplumbağalar’ı. En çok Leonardo’yu. Kırmızı sepet, Raphael Sanzio’ya bir mesaj mı? Raphael Sanzio da kim, der sorsam. Çocuğun gözleri denizden hiç ayrılmıyor. Garip bir hissiyat. Tek başına deniz kenarında oturup aklını maviliklere teslim eden çok insan gördüm; hiçbiri çocuk değildi. İlkler her zaman endişeyle karışık bir merak uyandırır. Merak içindeydim. Bu yaşta bir çocuğun koşup zıplamasını bekliyor insan. Düşünceli bir çocuk, yetişkinler gibi giydirilmiş bir bebek kadar rahatsız edici. Çocuk dediğin hoplar zıplar, bir yetişkinin asla yapmayacağı şeyleri yapar ve ne yaparsa yapsın çoğunluk tarafından hoş karşılanır. Ne büyük nimet! Fakat şapkalı bu çocuk bunları yapmak yerine tıpkı bir yetişkin gibi deniz kenarına oturmuş, dalgalarda düşüncelerini boğuyor. Saçma! Zaten önündeki altmış yıl boyunca bunu yapacaksın be evlat. Tren kaçmadan koş çayırlarda. Geceleyin arabaların jantlarına vur, alarmları haykırsın. Patenle kayan komşu kızına hayranlık besle, onu sev ama itiraf edeme. En yakın arkadaşınla bir ağaca dal mesela. Ağaçtan meyve yemenin bile yaşı var, biliyor musun? Bilmezsin tabii, senin yaşındayken kim biliyordu ki, birden yaşandı her şey.

Yaz tatillerinde çocuklar genellikle aylaklık yaparlar. Bazısı da yapmaz. Bu çocuk aylaklık yapmıyor olmalı. Kalktım. İlgi çekici bir hikâye ihtimali ortaya çıkınca yerimden kalkarım. Kayalıkların üstünden ilerlemek çok güç. Tekrar sahil şeridine çıktım, biraz yürüdüm, hareket eder etmez terledim, mühim değil. Bırak aksın, dedim ter bezlerime, sakin olunuz beyefendi, teriniz umurumda değil, denizim var benim, serinletir, kıymetiharbiyesi pek derindir. 

Sahildeki kayalıklara yeniden indim. Düşmemek için büyük bir savaş verdim; başardım. Düşmeden oturabildim, yine sivri bir kayalığın yâri oldum, hay aksi, yer değiştirmedim bu sefer, zamanla alışırım ne de olsa. Şapkalı tombul çocuk beni fark etti, bana baktı, sonra hiçbir şey olmamış gibi denize dikti keskin bakışlarını. Ondan etkilenmiş gibi ben de denizi süzdüm, az önceki gibiydi: Parlak, ıslak ve coşkulu. Denizle olan bağım birdenbire sönmüştü, merak ettiğim deniz değil de bu çocuğun zihninden geçenlerdi.

“N’aber delikanlı?” dedim dalgaların sesini bastırmaya çalışırken. Evvela beni duymamış olduğu geçti aklımdan, sonra kafasını salladı ve gülümsemesinin kotası varmış gibi gülümsedi.
“Ne yapıyorsun burada?”
“Hiç… Denize bakıyorum.”
“Eskiden ben de bakardım. Var mı bir değişiklik?”
“Nasıl?”
“Denizde diyorum, var mı bir değişiklik?”
“Bilmem. Ben suyun diğer tarafı nasıldır diye düşünüyorum.”
“Rusya ya da Ukrayna mı? Hiç gitmedim oralara. Ama bırak şimdi onları. Karşı kıyılarda esasında ne var biliyor musun?” dedim coşkulu bir şekilde. Ne var, diyordu güneşten ötürü kızıla çalan kahverengi gözleri. Merakı her yerine sirayet etti. “Bilinmezlik.” dedim, heyecanı birdenbire yerle yeksan oldu. Yılmadım.

“Bilinmezlik,” dedim, “bilinmezlik, heyecan verir insana, her ihtimal vardır orada. İnsan böyle işte, kendisine hep iyi ihtimalleri yakıştırır. Hâlbuki kötü ihtimaller de bizim için. Sen de öylesin, değil mi? Karşıda hep iyi şeyler bekler seni?” Sustu. Bir çocukla yetişkinle konuşur gibi mi konuşuyorum... Olsun. Yetişkin gibi davranan bir çocuğa pamuk şeker alacak değilim.

“Karşı tarafta benim gibi denize bakan biri var mıdır, diye düşünüyorum." dedi. Sükût içinde kaldım bir süre.
“Vardır herhâlde, neden olmasın?” dedim, “Ama ne fark eder? Herkes kendi noktasına gidecek, sen sadece onları yoluna doğrultacak bir tabela olacaksın, boş ver onları. Kendine odaklan.”

Beni pek anlamış gibi görünmedi. “Simit vereyim mi?” dedi. Ver dercesine başımı salladım. Sepetten hayal değil simit çıktı. Bir simit de kendisine aldı. Simit yiyen simitçiyi ilk defa görüyorum, yine bir merak kapladı zihnimi, sonra yok oldu. Para uzattım, al şunu, dedim, almadı. Gerek yokmuş. Teşekkür ettim.

Çok geçmeden kendimi sessizlik içinde küçük bir çocukla denize bakarken buldum. Dalga sesleri sessizliğimizi perçinliyordu. Birlikte ufuk çizgisinin ardındaki diyarı düşünüyorduk. Kavuran güneşin altında yanarken simit yiyor, dalgaların getirdiği serinliğin içimize düşen gölgesinde zihnimizdekileri denize döküyorduk. Denize döktüklerimiz farklıydı. Yanımdaki şapkalı çocuğun zihninde heyecan yaratan düşünceler, zihnimdeki köhne mezarlığın saygıdeğer sakinlerine tekabül ediyordu: Ölü bedenler, ölü hedefler, ölü objeler. Onun hayalini kurdukları bende birer kırığa dönüşmüştü. Kırıklar çoktan zihnimdeki ücra köşelere akmış, geçerken kesikler oluşmuş ve canım yanmıştı. Onda kırıklardan eser yoktu, her şeyin başındaydı, ruhu ve aklı sapasağlamdı, hiçbir şey yaşanmamıştı. Şapkalı çocuğun yarattığı gizem anbean yok oldu içimde. O kadar da gizemli değildi artık. Sıradandı. Geleceğe dair mükemmel hayaller kuran bir çocuktu işte. Dünyadaki tüm çocuklar böyle değil miydi zaten? Hiçbiri kendisine kötüyü yakıştırmaz, hayaller kurar, çoğu toslar ufuk çizgisindeki duvara. Ardına geçemez. Yanımdaki de geçemeyecek, henüz haberi yok.

Şapkalı çocuk yavaşça kalktı yerinden. Kırmızı sepeti koluna geçirdi. Denize doğru ağır aksak adımlarla yürümeye başladı. Aldırış etmedim, gidişini seyrettim. Evvela minik ayakları girdi suya, sonra bacakları. Ninja Kaplumbağalar sırayla ıslandılar. Bana dönüp bir kez bile bakmadı. Kararlıydı, ilerlemeyi sürdürdü. Boğuluşunu seyretmeye gönlüm razı gelmedi. Hızla kalktım yerimden ama arkasından gitmedim. Onun için çok geçti artık. Sahil şeridine çıktım. Arkamı döndüm, kıyıya vurmuş kırmızı bir sepet gördüm yalnızca.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kırmızı Leğen

Topal İhtiyar

Akıl Karantinası