Minik Balık


Marmara Denizi’nin serin olduğu bir günde G., evden çabucak çıktı; amacı orada burada dolanıp yiyecek bir şey bulmaktı. Yosun, solucan çok fark etmiyordu. Bir süre yüzdü; evinin uzaklarında aradığı şeyden çok daha fazlasını buldu: Macera! Başını eğerek ilerleyen minik balık, az ötede bir solucan gördü. Solucanı tutan iğneyi hemen fark etti. Annesi onu uyarmıştı; balık hafızasında kalan şeye göre iğnenin ucundaki solucanı kapar kapmaz balıkçının avı olacaktı. Henüz bu serin suları bırakmak istemiyordu G., fakat bir yandan da dışarıda ne olduğunu çok merak ediyordu. Evet, diyordu içinden, evet biz bu suyun bir parçasıyız ama acaba dışarıda ne var... G.'nin merakı başına iş açacak boyuttaydı. Yeni şeyler görmek onda bitmek tükenmek bilmeyen bir tutkuydu. Küçük balık, solucanın etrafında dolandı evvela. Tam solucana yaklaşmışken, hızla gelen bir istavrit solucanı kaptı ve kapar kapmaz iğneye takıldı.
"Aaaahhhhh!" diye bağırdı istavrit.
G., oralı olmadı pek; yaşlı istavritin iğneye takılışını izledi, sonra sudan yavaşça ayrılışını seyretti. Yaşlı istavrit hayatının en heyecanlı ânını yaşamıştı belki de, diye düşündü. Suda nalları dikmiş bir ihtiyar olarak can vermektense, dışarıda ne olduğunu görerek ölecekti minik G.'ye göre.
Etrafta dolanmayı sürdürdü G.; köprünün yakınlarına ilerledikçe onlarca solucan ve onları bir tuzak hâline getiren onlarca iğne olduğunu gördü. Uzaktan geçen bir motorun suda yarattığı titreşim kulaklarını neredeyse sağır ediyordu. Dikkati bozuldu ama yine de iğnelerden ayırmadı küçük gözlerini. Kafasını kaldırdı, güneş yükseliyor gibiydi. Güneşi suyun dışından hiç görmemişti; hakeza her gün birkaç kez şiddetli bir şekilde korkmasına sebep olan vapurları, motorları da. İnsan denen canlıyı yakından görmemek de onda hayal kırıklığı yaratıyordu; "Dışarıda görmem gereken ne kadar çok şey var!" diye haykırdı. Uzaktaki balıklar sesini duymuş olmalı ki, ona baktılar. Balıklardan bazısı, bilhassa yaşlı olanlar, akılları artık yeterince çalışmadığından kendilerini solucanın lezzetli kollarına bırakıyor, sonrasında ise haykırarak yardım istiyorlardı. G., düşündü, taşındı; dışarıda ne olup bittiğini görmek için aksi bir ihtiyar olmasına gerek yoktu; kararını vermişti.
Yakınındaki iğneye yaklaştı ve solucanı ısırdı. G., solucanı ısırır ısırmaz iğne vücuduna saplandı; "Ah!" diye bağırdı, sonra sesini alçaltarak "Acıyormuş be!" dedi. Sallanan oltayı fark eden balıkçı, G.'yi yavaşça çekmeye başladı. G., yükseliyordu; bu sırada etrafa bakıyor, onun çaresizliği karşısında üzgün hisseden balıkların donuk bakışları G.'nin endişelenmesine sebep oluyordu. G., yaşlı istavrit gibi yardım istemedi; son derece gururlu hissediyordu; bu seçimi kendisi yapmış ve hayatını farklı bir yöne çevirmek uğruna birçok şeyi arkasında bırakmayı göze almıştı.
Yaşlı balıkçı, G. kaçmasın diye oltayı çok yavaş çekiyordu. Çok büyük olmayan bir şeyin oltasına takıldığının farkındaydı ama balıkçı merakı işte; içi kıpır kıpır olmuştu yaşlı balıkçının. Bu sırada etrafa bakıyor, beklentilerinin aksine büyük, işe yarar bir balık gelmesini umut ediyor, bir yandan da kendisiyle gurur duyuyordu. Onun için günün ilk balığı sudan çıkmak üzereydi.
"Aıığhhh!" diye bir ses çıkarmaya başladı G. sudan ayrılır ayrılmaz. Nefesi kesilmişti; gözleri buğulanmış, her şey beyazımsı bir görünüm almıştı fakat buna rağmen keşfetmeye arzulu bir hâldeydi ve çevreyi dikkatlice süzüyordu. Döne döne yukarı çekiliyordu G.; kafası yukarıda, gövdesinin geri kalan kısmı aşağıdaydı. Her şey anbean zihnindeki perdeye yansıyordu. Yeni Camii, Karaköy iskelesi, vapurlar, motorlar, otomobiller ve o köprü... Galata Köprüsü. Her gün ayaklarının çevresinde dolandığı meşhur köprüyü sonunda görebilmişti; bir sürü insan, köprünün trabzanlarının yanı başında dikiliyor ve oltalarıyla onun gibi balıkları avlamaya çalışıyordu; önce siniri bozulsa da, bu duruma çok fazla içerlemedi G., doğanın bir kanunu herhâlde, diye düşündü.
Yaşlı balıkçı, minik balığı gördü; yüzü birdenbire düştü. Gururlu ifadesi yerini büyük bir hayal kırıklığına bıraktı. Acaba bana bakıyorlar mı, sorgulamaları eşliğinde oltayı bir hokkabazın elleriyle yarışır hızda çekmeye başladı; minik balıkla göz göze gelince canı bir hayli sıkılmıştı.
"El âleme neler geliyor, bize gelene bak!" diye söylendi; yanındaki gencin az önce çıkardığı istavrit ağzını sulandırmıştı oysaki. Aslında o da benzer oltayı atmış, aynı solucanı takmıştı; şanssız olduğuna kendisini ikna etti. G.'nin minik bedenini iğneden ayırdı ve "Hay ben senin!" dedi G.'ye bakarak. Kolunu bir beyzbol atıcısı gibi gerdi ve tüm kuvvetiyle G.'yi boğazın mavi sularına fırlattı.
"Aaaahohohhhhhhhhh!" diye bağırmaya başladı G.; uçan bir balık olmuştu sanki. Nefes alamasa dahi yaşadığı bu macera, hayatının en eğlenceli anısıydı. G. keyiften bağırırken, havada döne döne ilerliyor, bir yandan da etrafa bakıyordu. Karaköy iskelesine yanaşan vapura, Eminönü'nden Zeytinburnu'na giden tramvaya, kuşlara ve insanlara…
Ufak bir taşın denizde yarattığı dalgalanma kadarını ancak yaratabildi G.'nin minik bedeni. Suya kavuşur kavuşmaz derin derin nefes aldı, gözlerinin önüne düşen beyaz perde kayboldu. Onu gören diğer balıklar sevindiler ama çok fazla belli etmediler. G., hayatının en büyük macerasını az önce yaşamıştı. Havada ilerlerken bir martının yemi olmadığı için kendisini çok şanslı hissediyordu. Başından geçenleri düşünürken bile ağzı kulaklarına varıyordu. Sanki bir rüya görmüştü ve olan biten her şey gerçeküstü bir durumdan ibaretti. Ancak bir yandan da her şeyin düpedüz gerçek olduğunu biliyor, bunu düşündükçe cesaretin ne kadar önemli olduğunu aklından geçiriyor ve cesur biri olduğu için kendisiyle ileri seviyede gurur duyuyordu.
Macera burada bitmemeli, diye geçirdi aklından. Onlarca, belki de yüzlerce iğne vardı etrafta. Hepsi gizemli dünyaya açılan birer kapı anlamı taşıyordu. Nasılsa minik olduğum için beni istemiyorlar da, dedi G., ah bunu neden daha önce denemedim!
Solucanlar ve onları tutan iğneler birbirlerine benziyordu ama hepsinin farklı bir insana ait olduğunu biliyordu G.; bu yüzden dikkatli bir seçim yapmak istiyor ama neye göre karar vereceğini bilemiyordu. Zaten hepsi aynı, diyor ve iğnelerin etrafında dolanıp duruyordu. Sonunda birinde karar kıldı.
Bu kez iğne canını daha az yaktı; alışkanlıktan olmalıydı, bir defa yaşanan acı, diğer seferlerde o kadar can yakmazdı. G., iğneye takılmasına rağmen havalı görüntüsünden hiç ödün vermiyor, diğer balıklar da onun soğukkanlı tavırlarını hayranlıkla seyrediyordu. G. de onlara bakıyor, sanki hayatlarını küçümsüyordu. Artık iki tarafta da yaşayabilen bir canlı gibi hissediyordu, bu da ona göre kendisini aşağıdaki istavritlerden daha değerli kılıyordu.
Minik Bilge ve babası, yazdan bir parça taşıyan güz gününde balık tutma amacıyla Galata Köprüsü'ne gelmişlerdi. İzinli olduğu pazar gününde minik kızını köprüye getiren Bilge'nin babası, kızına balıkları göstermeyi planlamış, böylece yeni bir dünyayla tanışmasını arzulamıştı. Minik Bilge, deniz ve balık neydi biliyordu ama daha önce hiç balık tutmamıştı. Oltasının salladığını gören baba, heyecanla oltaya koştu, minik kız da arkasından geldi. Kızına baktı ve kaşlarını kaldırdı; "Hazır mısın?" dedi gözlerini büyüterek.
Bilge kafasını sallayarak güldü. Trabzanlara dayandı; babası "Hışşştt" dedi uzaklaşması için, Bilge bir adım geriye geldi ve kafasını olabildiğince eğerek oltanın ucundaki balığı beklemeye başladı.
İşte yine yükseliyordu G.; bir yıldız olmuştu sanki. Karanlık gecelerde suyun altından o yıldızlara bakıp etkilenmişliği çoktu. Yıldızlar gibi ayyuka çıkıyordu; suyun altından bakanlar belki de beni bir yıldız gibi görüyorlardır, diye düşündü. Nefesi kesilmişti yine ama buna da alışmış hissediyordu. Burada olan biten onca şeyin bir parçası olma uğruna biraz nefessiz kalmayı problem olarak görmüyordu. Güneşin sıcaklığı, az önce denizden ayrılan pullarını yakıyordu ama bundan tuhaf bir şekilde hoşlanıyordu. Acaba kiminle karşılacağım, diye düşünüyor, sonrasında ise bunun bir önemi olmadığını balık aklından geçiriyordu.
Bilge ve babası, minik balığı görür görmez yaşlı balıkçının aksine çok heyecanlandılar. Çünkü onlar için balık tutmak yeterliydi; Bilge'nin babası, G.'yi dikkatli inceleyince, kızına balığın çok ufak olduğunu ve denize geri bırakmaları gerektiğini söyledi. Bilge, babasının bacağına sarıldı evvela, sonra balığı denize geri atmaması için babasına yalvardı. Sarı saçları sağa sola savruldu yalvarırken. Babası ne yapacağını bilemedi; kızını kırmak istemiyordu ve nihayetinde ikna oldu. Eski bir yoğurt kabının içine doldurulan suyun içine bıraktı G.'yi. Bilge çömeldi, balığın minik kovanın içinde aynı yerlerden geçişini izledi durdu. Babası ise yeni bir balık peşinde koştu bir saat kadar; ancak başarılı olamadı.
G., korkuyordu. Hapsolmuş hissediyor, bir daha denizin maviliklerine kavuşamayacak olma düşüncesi kalbinin yerinden çıkacakmış gibi atmasına sebep oluyordu. Beyaz kovanın sınırları, önüne düşen beyaz perdeyi anımsatıyordu. Başında bekleyen minik kızın ara sıra bedenine değen ufak parmakları onu rahatsız ediyor ama yapacak bir şey bulamıyordu. Suya kavuştum en azından, diye düşündü G.; sakin olması gerektiğini kendisine telkin etti. Ne var işte, dedi, yine sudayım, sadece sınırlar ufak, elbet buradan çıkacağım.
Tutsak balık G., adamın kovayı kaldırdığını fark etti. Birden heyecanla doldu yüreği; kovanın içindeki suyla birlikte kendisinin de denize bırakılacağını düşünen G., yanılıyordu. Genç adam kovayı aldı, ağzını kapattı ve arabaya koydu.
Kapkaranlıktı her yer. Kovanın kapağı içeriye ışık girmesini engelliyordu. Minik balık, annesini, kardeşlerini, arkadaşlarını ve en çok da denizi özlemişti. Kovanın içindeki su, rutubetli bir hapishane hücresi gibiydi. Zor nefes alıyor, etrafındaki duvarları göremeyecek kadar karanlık bu kovada sürekli kafasını kovanın kenarlarına vuruyordu. Bitkin düştü G., yoruldu. İçindeki yaşam arzusu her geçen saniye kayboluyordu.
"Süs gibi duracağına bir işe yarasın." dedi Bilge'nin babası fanusu tutarken.
Kovanın kapağı açıldı, suyla birlikte G., fanusun içine sürüklendi. Minik bir fanusun içine hapsolmuştu bu sefer. Fanusun altında taşlar vardı: doğal olmayan, denizdeki taşlara hiç benzemeyen süslü taşlar. G. yeni bir yuva yapma amacıyla taşların üstünde gezindi ama hiç yosun göremedi. Etrafa baktı, fanusun dışındakiler bulanık bir hâlde görünüyordu. Televizyon, televizyonun altındaki fotoğraf çerçeveleri, koyu renkte bir masa ve eski görünümlü bir kanepe. Gördükleri bunlardı; fanus, kovadan iyiydi ama hepsi birer hapishaneydi onun için. Bilge eliyle fanusa dokunuyor, minik balık nereye giderse o bölgeyi eliyle taciz ediyordu. Babası geldi, kalan bir iki solucanı fanusa bıraktı. G., acıkmıştı, afiyetle yedi. Yerken bile neşesi yerinde değildi; istediği hayat bu değildi. Macera peşinde koşma karşılığında günlerce aç kalmaya bile razıydı; fanusun içine hapsolarak ölmek onun ruhuna aykırıydı ama ne gelirdi ki elinden. Bir balıktı o; yaşlı balıkçının kuvvetli kollarıyla uçabilirdi ancak.
Akşam oldu, bir kadın fanusun yanında belirdi. G.'yi görür görmez iğrenç bir şey görmüş gibi yüzü büzüldü kadının. Bilge'nin annesi denizden çıkan sıradan bir balığın evdeki fanusta yer kaplamasını saçma bulduğunu eşine ve minik kızına yüzünü ekşiterek söyledi. G., geçen diyalogları takip etmeye çalışıyor fakat her şey bir titreşim olarak kulağına eriştiğinden bir şey duyamıyordu. Buna rağmen yüz ifadelerinden ne olup bittiğini anlayabiliyordu. Belki de bu kadın benim kurtulmamı sağlar, diye düşündü.
Gece oldu, ışıklar kapatıldı, evdekiler yattı, her yer sükuta büründü. G., sessiz gecelerde arkadaşlarıyla dolaşmaya bayılırdı. Yıldızlara bakarlar ve uzun uzun konuşurlardı. Böyle gecelerde en çok G. konuşur ve başından geçenleri anlatırdı. Acaba bu yaşadıklarımı anlatabilecek miyim, diye düşündü G., çok üzgündü. Biçare bedeni bu iğrenç yere hapsolmuştu. Oysaki uçsuz bucaksız bir deniz vardı elinde ama o, elindekinin kıymetini bilememiş ve pervasızca itmişti. Kendisine kızıyor ama bir çözüm üretemiyordu. Kızdığı şey var oldukça o da var olacaktı; elden bir şey gelmiyordu işte.
Sabah oldu, evdekiler uyandılar. Minik Bilge, fanusun önüne geldi ve fanusu birkaç parmak darbesiyle sarstı. Sonra annesi gelip onu götürdü, babası peşlerinden gitti. Ev sessizleşti yine. G., dönmekten dolaşmaktan başka bir şey yapamıyordu. Acıkmış hissediyor ama yiyecek bir şey elbette bulamıyordu. Bari karnımı doyursalardı, diye iç geçiriyor, sonra düşünmemeye çalışıyor ama başarılı olamıyordu. Günün tamamı söylenmelerle geçti. Bilge ve annesi eve geldiler. Ellerindeki poşetler bulanık sudan bile görünebiliyordu. G., balık yemi aldıklarını düşündü, bir nebze sevindi ama suratı hâlâ daha asıktı.
Genç kadın poşetten bir başka poşet çıkardı. Poşetin içi su doluydu ve suyun içinde de iki tane rengarenk balık vardı: Japon balıkları. Biri turuncu biri kırmızı. G., şaşırdı önce, sonra enerjisiz de olsa sevindi biraz. Hücre arkadaşı edineceğini düşündü. Yalnızlıktan iyidir, dedi, hiç yoktan muhabbet ederiz.
Bilge eve geldiğinden beri fanusa bir defa bile dokunmamıştı. Aklı fikri renkli balıklardaydı; bir eliyle poşeti üst kısmından tutuyor ve diğer elini renkli balıkların gittiği yerlerin üstünde gezindiriyordu.
"Poşeti düşürme," dedi kadın, "şunu boşaltıp geliyorum."
Bilge’nin annesi fanusu tuttu, kaldırdı ve götürmeye başladı. G., suyu temizleyecek herhâlde, dedi içinden. Genç kadın bir yandan söyleniyor, bir yandan hızlı bir şekilde ilerliyordu. Banyoya geldi, ışığı yaktı, klozetin yanına ilişti.
Bilge'nin annesi, fanusun altındaki taşları dökmemeye gayret ederek içindeki suyu boşaltmaya başladı. Minik G., düşmemek için çabalıyor ve taşlara tutunmaya gayret ediyordu. Genç kadın onun çabasını gördükçe daha da sinirlendi. Taşların klozete düşüp düşmediğini umursamadan fanusu neredeyse tamamen ters çevirdi. Minik balık daha fazla dayanamadı.
"Aaaahhhhh!" diye bağırdı tıpkı yaşlı istavrit gibi.
G., büyük heveslerle geldiği dünyadan hiç tahmin etmediği bir şekilde ayrıldı. Annesi, kardeşleri ve dostları ondan bir daha hiç haber alamadı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kırmızı Leğen

Kırmızı Sepet

Topal İhtiyar