Bir Dakika

Bir Dakika

5 Ağustos 17’nin akşam saatleri… Dışarıya huzur hâkim sanki, yaz havasının sıcak esintisi penceremden içeri giriyor ve saçlarımı okşuyor. Elbisem bir an için canlanıyor, sonrasında ölüyor. Ruhum sıcak esintiyle kıvılcımlanıyor ve akabinde durgunlaşıyor. Elimdeki kalemi sımsıkı tutuyorum, işaret parmağım acıyor ama aldırış etmiyorum. Bir zamanlar yaptıklarım aklıma geliyor, gözlerimden yaşlar süzülüyor. Kafamı kaldırıyorum, canım babamın portresini görüyorum, ona bakmak içimi rahatlatıyor, o da bana naifçe bakıyor; hep naif bir adamdı sevgili babam, ah canım babam. Onun portresinin hemen yanında portresi bulunan başka bir adamın asi duruşu, beni yaptıklarımın doğru olduğu yönünde ikna ediyor. Kısa bir süre için… Portrenin altında “Saygıdeğer H.” yazıyor. Tabloların altındaki oyuncak ayıya dikiliyor gözlerim. Sonra da ellerime... Ellerime bakıyorum, avuçlarımın içinde bir şeyler arıyorum ama bulamıyorum. Başka bir yolu olamaz mıydı diye soruyor zihnimin ücra köşelerinden yükselen iğrenç bir ses; duymamaya çalışıyorum. Gözyaşlarım kalemime akıyor, yine de, diyorum, yine de yazacağım, dilim döndüğünce anlatacağım başımdan geçenleri, insanlar benim ağzımdan, benim kalemimden duymalılar, belki de böyle anlarlar beni.

Sizinkini bilmem ama bizim dünyamızda birtakım kurallar vardı. Bu kurallar, taviz verilmeden uygulanır; kimileri bu kurallar sonucunda mutlu olur, kimileri ise mutsuzluktan kırılır ama yine de mutlularmış gibi davranarak etraftakilere poz kesmekten geri durmazlardı. Ben de bu döngüdeki insanlardan yalnızca biriydim; bilincim açıldığından beri on sekizinci yaş günümü sabırsızlıkla bekliyor, olacakları tahayyül ediyor ve hayal dünyamda mutluluktan havalara uçuyordum. Nereden bilebilirdim ki olacakları… Bilemezdim elbet.

Devrim, bir devrin kapanıp diğerinin açılması ise, evet, gerçekleştirdiklerim bir devrimdi ve ben bir devrimciydim ama bilinçli yapılmayan bir hareket, devrim sayılır mıydı bunu bilemiyorum. Anlatacaklarım dünyamızı başta alt üst etti ama bazen yeni bir şey inşa etmek için eskisini kökten yıkmak gerekir; yaptıklarım buna neden oldu, bu konuda mutluyum.

Dünyamızda tarihi sıfırlayan bu olaydan birkaç ay önce, yani -1 yılında, en yakın arkadaşım S.’nin on sekizinci yaş günü vardı. S.’yi çok severdim; onun doğum gününden önce kendi on sekizinci yaş günümmüş gibi hissediyor, heyecandan yerimde duramıyor, benim kalbim böyle çarpıyorsa, S. nasıl hissediyordur kim bilir, diye aklımdan geçiriyordum. S. çok alımlı bir kızdı, soğuk ve duru bir güzelliği vardı. Kumral saçları, yeşil gözleri, uzun kirpikleri, mükemmel kaşları, çıkık elmacık kemikleri, ince burnu… Bir ressam tarafından özene bezene çizilmiş gibiydi tüm suratı. Onu kıskanmıyordum, insan en iyi arkadaşını kıskanır mı hiç?

S.’nin on sekizinci yaş günü 1 Haziran -1 yılındaydı; dün gibi hatırlıyorum. Gönülden bağlı iki arkadaş olarak, 31 Mayıs -1 yılının tüm gününü birlikte geçirdik ve kameralar S.’nin evine geldiğinde bir dakika boyunca ne yapması gerektiğini tekrar ve tekrar konuştuk. S., yapacaklarını on iki yaşından beri planlıyor, neredeyse haftada bir kez bu plan üstünde çalışıyordu. Planlarına göre en güzel elbisesini giyecek, etkili ama abartılmamış bir makyaj yaparak güzel yüzünü daha da güzelleştirecek ve kameraların önünde kendisinden bahsettikten en iyi söylediği şarkıyı seslendirecekti.
Dünyamızda böyle bir kural vardı işte; milattan sonra doğanlar bunu pek bilmiyorlar. Eksili yıllarda on sekiz yaşına basan her çocuk, dünyamızın resmi televizyonlarının herhangi birinde bir dakikalığına ünlü olma şerefine kavuşurdu. Bir dakikalığına ünlü olmak her gencin yaşayabileceği bir haktı; bazıları bu bir dakikayı çok iyi değerlendirerek, popülerliklerini çok daha öteye taşıyıp kendilerine mükemmel gelecekler kurarken, bazıları ise heyecandan konuşamaz, toplum tarafından hor görülür, aşağılanır ve bir kaybeden olarak hayatlarına devam ederlerdi.

Sevgili babam, dünyamızın bu saçma kuralının acısını çekenlerden yalnızca biriydi. Annemle ne zaman kavga etseler annem, babamın bir dakikasını nasıl değerlendiremediğini babamın suratına vurur, onu eziklikle suçlar, sonucunda koskoca adam üzüntüden sus pus olurdu. Hatta öyle ki, babamın görüntülerinin kaydını “Komik Görüntüler” adındaki arşivlerde bulmak mümkündü; canım babamın kameraya bakarak gözlerini büyütmesi ve sonrasında titreyerek ağlamasına insanlar yıllarca haykırarak gülmüşlerdi. Devrim sonrasında bu görüntüler kaldırıldı; bunun için minnettarım. Sevgili babam, kendisini başka bir adam için terk eden annem yüzünden önce yalnızlığa tutsak oldu, sonra da kahrından öldü ve bu yüzden ne yazık ki bu günleri göremedi; bunun için ise son derece bedbahtım.

31 Mayıs -1 yılının akşam saatlerinde S’nin annesi etrafta koşuştururken, ben ve S., S.’nin odasında son hazırlıkları yapıyorduk. Annesi, S.’nin duracağı yerin arkasındaki duvarı düzenliyor, bir yandan da yanımıza gelip kızının kırmızı elbisesiyle duvarın tok çam ağacı yeşili renginin uyumlu olacağını söyleyip duruyordu. S., hayatının en önemli bir dakikasını yaşamadan önce, son bir prova için elbisesini giydi, peri kızı gibiydi, bakmaya doyamıyordum. Güzel sözlerimle moralini yüksek tutmaya çabaladım, yarın sabah geleceğimi söyledim ve vedalaştık.

Eve gelir gelmez, yaşadığım heyecanı paylaşmak adına, normalde hiç laf atmadığım anneme ve üvey babama S.’nin durumundan bahsettim. Aldırış etmediler, henüz üç yaşında bile olmayan üvey kardeşim M.’nin ne kadar zeki olduğuna kanaat getirerek, onun on sekiz yaşında neler yapabileceğini konuştuktan sonra, anlattığım mevzuya dair hiçbir şey söylemeden konuyu kapattılar ve başka bir şey hakkında lak lak etmeye başladılar. Odama ilerledim. Eskiden çekilmiş olan “bir dakika” görüntülerini inceledim. Kimileri taklalar atıyor, kimileri dans ediyor, kimileri ise put gibi dikilip sadece kameraya bakıyorlardı. On sekizinci yaş günüme yalnızca birkaç ay kaldı ve hâlâ daha ne yapacağıma karar vermedim, diyerek hayıflandığımı çok iyi hatırlıyorum; on sekizinci yaş günüme birkaç ay kalmıştı ve aklımda kesin bir plan yoktu. O zamanlarda bu belirsizlik eteklerimi tutuşturmaya yetiyordu ama S. için duyduğum heyecan, bu kararsızlık yangınını biraz olsun gölgelemişti. Annem ve üvey babam sağ olsun, bana hiç yardım etmiyorlardı. Aslında böylesi daha iyiydi, zira onlardan nefret ediyor, neredeyse tiksiniyordum.

En iyi arkadaşımın büyük günü gelmişti: 1 Haziran -1. Sabahın erken saatlerinde S.’nin evine gittim, annesi beni heyecanla karşıladı, sarıldık. Koskoca kadın heyecandan neredeyse ağlayacaktı. S.’nin yanına gittim, elbisesini giymiş, makyajını yapmış, bir şekilde dünkü hâlinden bile daha güzel görünmeyi başarmıştı. Görüntüsüne zarar vermeden kibar ama içten bir şekilde sarıldım ama bana aynı şekilde yanıt vermedi, hatta pek de konuşmadık; soğukluğunu heyecanına yordum, alınmadım.

Dünyamızın sayısız televizyonu vardı; bunların bir bölümü yalnızca bu kural için ayrılmıştı. S.’nin görüntüleri önce canlı yayınlanacak, bir dakikası bittiğinde sıra, on sekiz yaşına basan başka bir gence geçecekti. Hava karardığındaysa bugün çekilmiş olan görüntüler yarına kadar tekrar ve tekrar ekranlarda dönecekti.

Televizyonun iki çalışanı sonunda gelebildiler; kameralar kuruldu. Heyecandan ölmek üzereydik. Bir tek S.’nin babası bu durumu çok fazla ciddiye almıyor gibiydi. S.’nin söylediğine göre, babası on sekiz yaşındayken televizyona bile çıkmamış ve bu durum çevresi tarafından aforoz edilmesine sebep olmuş fakat S.’nin başına buyruk babası bunu hiç umursamamıştı. O yıllarda sırf bu tutumundan ötürü S.’nin babasını çok tuhaf buluyordum; şimdilerde ise imrenerek baktığım, sistemin bir dişlisi olmayan, bazı şeyleri herkesten önce fark eden bir bilge gibi görüyorum kendisini.
Zaman geldi çattı. S’nin evinin salonunun duvarında dikkat çekici bir görüntü yaratan, eski zamanlardan çıkıp gelmiş gibi duran duvar saatine baktığımı çok iyi hatırlıyorum: 12:20’yi gösteriyordu. S.’nin sırası, yani bir dakikası saat 12:22’den, 12:23’e kadar sürecekti. Televizyondan gelen ekip çalışanları etrafın fotoğraflarını çekip, nasıl bir heyecan yarattıklarını sosyal medya hesaplarında diğer insanlara göstererek beğeni koparmaya çalışıyorlardı; hakeza S.’nin annesi de her anı kaydetmeye başlamıştı, telefonu elinden düşürmüyordu. S. bu benzersiz ortama hiç alışkın olmamasına rağmen, gayet sakin görünüyordu. Hepimiz kameraların görüş açısından çıkmıştık artık; S., annesinin özenerek hazırladığı duvarın önünde yapayalnızdı. Yalnızlığı hiç de korkutucu değildi; aksine kırmızının içinde müthiş görünüyor, soğuk güzelliği kırmızının sıcaklığıyla farklı bir aura yaratıyordu. İnce boynu, köprücük kemikleri ve geniş omuzları kırmızı elbiseyle harika bir uyum yakalamıştı.

“10...9...8...7...6...5...4...3...2...1...Yayındayız.” sesi yükseldi salonun orta yerinde. S., daha önce onda hiç görmediğim bir yüz ifadesiyle konuşmaya başladı. Kibirli bir edayla hızlıca kendisini övdü, yapay gülücükler saçtı ve yapmak istediklerini anlattı. Kameraların hemen yanında göze batan tabelada geri sayım yapan saate baktığında kırk beş saniyeden az bir süresi kalmıştı. Şarkıya girdi. Sesinin duruluğuna ve büyüleyici güzelliğine kapılmıştık hepimiz; kaşlarımızı kaldırmış, gözlerimizi büyütmüştük, gözümüzün önünde devleşen S.'yi hayranlıkla izliyorduk. Bakışlarımı S.'nin annesine çevirdim; heyecandan ölecekmiş gibi duran biçare kadın sağ eliyle görüntüyü kaydediyor, diğer eliyle de gözlerinden akan yaşları siliyordu. Çıplak sesle bile harikalar yaratıyordu S., en ufak bir hata yapmadan şarkısını sonlandırdı, hızlıca veda etti ve kameralar kapandı. Bir dakikalık büyük gösterinin sona ermesinin ardından salonda büyük bir sükut yaşandı; S.’ye baktım, eli telefonundaydı, bana ne bakıyor ne de ilgi gösteriyordu. Başlarda bu samimiyetsiz tavırlarını heyecanına yorsam da, her geçen saniye S.’nin evinde ne yaptığımı sorgular hâle gelmiştim. Yine de aldırış etmemeye gayret ettim; sonuçta en iyi arkadaşım hayatının dönüm noktasındaydı ve garip birkaç hareket yapması gayet normaldi, diye düşünüyordum. Çok geçmedi, S.’nin telefonu art arda çalmaya başladı. Müzik patronları ya da onların daha düşük profilli elçileri S.’yi stüdyolarına davet ediyor ve onlarla çalışmaları yönünde en yakın arkadaşımı ikna etmeye çalışıyorlardı. Bir hafta önce bunu hayal ettiğimizde mutluluktan havalara uçan S., nedense sevinmek bir yana dursun dudak bükerek konuşuyor, neden olmasın minvalinde şeyler söyleyip zoraki bir edayla randevu veriyordu. Gözlerim, arkadaşımın yeşil gözlerine kilitlenmişti ama o bana bakmaktan geri duruyor, birkaç defa baktığımı gördüğünde de bakışlarını benden kaçırıyordu. Daha fazla dayanamadım, telefon konuşmalarının susmasını beklemeye karar verdim, sonrasında da tebrik edip gidecektim. Lanet olası telefonlar asla susmadı, S. telefonda konuşurken yanına gittim ve “Tebrik ederim, ben gidiyorum.” dedim. Sıcaklıktan zerre nasibini almamış itici bir gülümsemenin ardından fısıldayarak teşekkür etti ve telefondaki şahısla konuşmasını sürdürdü. Çok bozuldum, öyle ki göz pınarlarım istemsizce çalışmaya başladı, gözlerimdeki boyalar yanaklarıma, oradan da dudaklarıma aktı; neyse ki ne S. ne de annesi bunu gördü. Evime doğru yola koyuldum.

Günler geçti, en iyi arkadaşımdan özür dilemesini bekliyor ama hiçbir mesaj alamıyordum. S.’nin beni unuttuğunu düşünmeye başlamıştım artık, bu durum canımı fazlasıyla sıkıyordu; yine de onu çok seviyordum, kardeşim gibiydi. Zaman durmak bilmedi; akmaya devam etti. On sekizinci yaş günüme neredeyse bir ay kalmıştı fakat etrafımda bununla ilgili konuşan kimse yoktu; yapayalnızdım. Kendimle bir savaş yaşamaya başladım; bir yanım onun popülerliğe kavuşur kavuşmaz beni unuttuğunu söylüyor, diğer yanım ise bu durumun normal olduğunu, arkadaşımın yoğun günler yaşadığını anlatarak içime su serpmeye çalışıyordu. Doğrusu aklım bu ikilemde yitip gidiyordu. Buna benzer hikâyeler duymuş ama pek ciddiye almamıştım. Popüler olmak ve onun getirdiği “mutluluk”, eksili yıllarda dünyanın en önemli şeyiydi; sanırım benim de iyi bir arkadaş olarak, S.’nin popülariteye kavuşmasını, dolayısıyla mutluluğu yakalamasını sevinçle karşılamam gerekiyordu ama sevinmiyor, aksine zaman geçtikçe ondan içten içe nefret etmeye başlıyordum. Tüm düşünceler zihnimde bir bir geçtikten sonra telefonundan ona defalarca ulaşmaya çalıştım, olmadı, telefonu kullanım dışı kalmıştı. Haziran ayının sonlarına doğru evine gitme cüretini gösterdim; kapıyı babası açtı, söylediğine göre, S. ve annesi, zengin ve popüler insanların yaşadığı, dünyamızın en gözde şehrinin en güzel yerine taşınmış ve bu tuhaf adamı terk etmişlerdi. Üzgün olduğumu belirtip oradan ayrıldım.

On sekizinci yaş günümde ne yapacağımı umursamıyordum artık. Kalbim derinden yaranlanmış, mutluluğun varlığına duyduğum inanç kökten yıkılmıştı. Gözümde devasa bir öneme sahip olan on sekizinci yaş günüm S.’nin bana yaşattıklarından sonra anlamını yitirdi. Üstüne üstlük, kendime acı vermekten hoşlanıyor olmalıydım ki, neredeyse her gece yatmadan önce canım babamın yaşadığı iğrenç bir dakikayı izleyerek uyuyor, bu düzeni nasıl bozabileceğimi düşünüyordum. Nesillerdir süregelen bu kural nasıl bozulurdu, bozulabilir miydi bilemiyordum; yine de on sekizinci yaş günümde dünyamızda yaşayan herkese bu bozuk düzenin yok olması gerektiğini hatırlatma amacı güdüyordum.

6 Ağustos 0 yılında kameralar evimize geldiğinde çarpıcı bir şeyler yapmak istiyordum; ama bu ne olabilirdi bilmiyordum. Babamın intikamını alacak, S.’yi beni izlediğinde pişman olmaya itecek bir şeyler yapmalıydım. Temmuz ayının son günlerinde, bir gece yarısı evden çıktım, kendimi sokaklarda, loş ışıkların altında yürürken buldum. Ayaklarım beni S.’nin evine götürdü, babası kapıyı açtı ve burada ne yaptığımı sordu. Ağzından dökülen her kelimede alkol kokusu ortama daha çok yayılıyordu. Yanıt vermedim, beni içeri davet etti, oturmaya başladık. Etrafa bakındım, her şey 1 Haziran -1 günündeki gibiydi, yalnızca daha tozlu ve yıpranmış görünüyorlardı. Yerdeki alkol şişeleri o zamanlar yoktu. S.’nin babası alkolün etkisiyle ağır aksak konuşabiliyor, mimikleri, konuşmasıyla senkronizasyon problemleri yaşıyordu.  S. ile iletişim kurup kurmadığımı sordu, olumsuz niteliğinde başımı iki yana salladım, yüzü düştü.

“Dünyamızdan tiksiniyorum.” dedim çekinerek. Gecenin bir yarısında aslında çok da tanımadığım bir adamın evinde kız başıma oturuyor, onun içkisini yudumlayışını izliyordum.

“Ben de,” dedi H. ve bardağındaki şeyi bir yudumda içti.

“Nasıl değişir bü düzen?”

“Değişmez, evlat. Niye değişsin ki? Güzel bir ihtimal var oldukça kimse yıkmaz istemez hayallerini, umutlarını.” dedi S’nin babası H. ve yüksek sesle devam etti:

“Bir dakika,” dedi, “bir dakikada yaptıklarıyla on sekiz yaşına kadar yaşadıkları tüm acıları, fakirliği, mutsuzluğu giderebilme lüksüne sahip insanlar, kim bundan vazgeçer, kim yıkmak ister bu düzeni? Bilinçli olması gereken anneler, babalar mı? Hayır! Onlar o kadar zeki değiller, kendi yapamadıklarını çocukları yapsın isterler; kendi başaramadıklarını çocukları başarsın diye tanrıya yalvarırlar. Acizler, çünkü bilmezler ki çocuklarını bir maymun gibi oynatan bu sistem aslında çocuklarını köleleştirmekten başka bir şey yapmıyor! Çocukları, onların bu hayata bırakacakları yegâne şey. Başka ne verebilirler ki dünyamıza! Çocuk ancak. Onların bir sonraki modeli olarak gördükleri sümüklü çocukları. Masum olan fakat on sekiz yaşında bir şeytana dönüşecek olan çocukları! Orospu çocukları!”

H.’nin sağ eli gözüne gitti, akan bir damla yaşı sildi, ağlamasını kapatma maksadıyla güldü, “Ne çok konuştum,” dedi, “kusura bakma, senin de başını şişirdim, cidden ne yapıyorsun burada? Evde bir problem mi var?”

“Bu düzen,” dedim, “yok edilmeli.”

Bir müddet sessiz kaldıktan sonra H. uyumaya başladı. Ayağa kalktım, S.’nin odasına gittim, eşyaları olduğu gibi duruyor, on altıncı yaş gününde ona hediye ettiğim oyuncak ayı yerde terk edilmiş bir vaziyette yatıyordu. Elime aldım, sağa sola baktım, yatağına oturdum, 31 Mayıs -1 yılında yaşadığım heyecanı yad ettim, istemsizce ağladım sonra. Salona geri geldim, H. uyumaya devam ediyordu, kapıyı çektim ve çıktım, S.’nin evine bir daha gitmedim, H.’yi de bir daha görmedim.

Birkaç gün sonra, telefonuma düşen bir mesajla şoke oldum. Yazan habere göre genç yıldız S.’nin babası H., hastalığı nedeniyle çektiği acılara daha fazla dayanamadığı için ötanazi hakkını kullanarak yaşama veda etmişti. Genç yıldız S.’nin ağlayarak kameralara verdiği röportaj sonrasında hayranları, genç şarkıcı için çok üzülmüş ve tüm sevgilerini sosyal medya üstünden S.'ye yollayarak genç şarkıcının acısına ortak olmuşlardı. Genç şarkıcının popülerliği daha da artmış; kimileri ona görüntülü mesaj yollamış, kimileri de sosyal medya hesaplarını takip etmişti. “Saçmalık!” diye bağırdım odamın orta yerinde, “saçmalık bu!”

H. sapasağlamdı, intihar etmiş olmalı, diye düşündüm. Sözde tatlı dünyamızda intihar hoş karşılanmazdı. İnsanların burayı asla bırakmak istemeyeceği gibi bir algı vardı. Zira burası bir hayaller dünyasıydı ve herkes bir gün düşlediği hayata kavuşma ihtimali olduğunu bildiğinden, hastalık dışında asla kendi isteğiyle ölmek istemezdi! Bu esasında bir palavraydı; ama dünyamızdaki yaşayan insanların büyük çoğunluğu buna inanır, sonucunda ise öyle hissetmeseler bile mutlularmış gibi davranırdı. Dünyamız bir umut dünyasıydı ve dünya vatandaşları, hayal kurmaktan katiyen vazgeçmezlerdi. Hayal kurmak kötü değildi ama gerçeği görmemek berbat bir durumdu.

Günler günleri izledi ve büyük gün geldi çattı ancak 5 Ağustos -1’de evimde, S.’nin on sekizinci yaş gününün arifesinde S.’nin evinde yaşanan telaşın bir benzeri yoktu. Annem, beni babamın bir parçası olarak gördüğünden olmalı ki, bu büyük güne bile çok fazla değer vermediğini çok öncesinden belli etti. Ne yapabilirsin ki, babasının kızı işte, diye ortalıkta gezinmekten başka bir şey yapmıyor, diğer taraftan üvey babam da alaycı bir yaklaşım sergileyerek babamın bu günleri görememesinin onun için hayırlı olduğunu dile getiriyor, mide bulandırıcı bir şekilde gülüyor, kameralar karşısında ağlayıp ağlamayacağımı merak ettiğini söyleyip alay ediyordu. Hem annem hem de üvey babam, içimdeki yangını büyütmekten başka bir şey yapmıyorlardı fakat farkında değillerdi. Yüz ifadem soğuk bir duvarı andırıyor, gözlerim ise demir parmaklıkları bulunan bir cezaevi hücresi penceresine benziyordu; gözümdeki ışık bir daha gelmemek üzere gitmişti. Beni anbean kaybediyorlardı ama farkında bile değillerdi. Fark etseler bile umursalar mıydı emin değilim.

5 Ağustos -1 gününü, 6 ağustos 0 gününe bağlayan gece beyaz elbisemi giydim. Aynada kendime baktığımda güzel ama solmuş bir çiçekten başka bir şey göremedim. Gözlerimin altı mosmor, yanaklarım soluk, vücudum bitkin görünüyordu. Bakımsız saçlarım yıllardır su görmeyen bitkileri andırıyor, ince bacaklarım ise elbisemin eteğinden çıkan çalılara benziyorlardı. Aynaya yaklaştım, gözlerimin içine baktım, ağlamaya başladım, delirdiğimi işte o an hissettim; bundan sonra yapacaklarım bana ait şeyler değildi, kendimi kaybetmiştim artık ama yapacaktım. Benim yaşadıklarımı başkaları yaşamasın diye, babamın başına gelenleri başkası tecrübe etmesin diye, H.’nin hissettiği şeyler bir daha olmasın diye ve S. gibi kahpeler mutlu olamasın diye!

Gözyaşlarımı sildim, gözümün altına çektiğim boyalar bölüm bölüm aktı, umursamadım. Mutfağa gidip elime gelen en büyük bıçağı kaptım, sıkıca tutup yatak odasına doğru yöneldim. Annem ve üvey babam rahatsız edici bir şekilde horlayarak uyuyorlardı; aklıma babam geldi, içim öfkeyle doldu. Bıçağı öyle sert tutuyordum ki, sapı elimde yara yapmaya başlamıştı. Yatağın ucuna kadar geldim, gözlerimden akan yaşları silmeye tenezzül etmeden, bıçağı önce anneme, sonra üvey babama defalarca sapladım ve çıkardım. Geride kalan her saniyede karanlığa biraz daha adapte olan gözlerim, annemin yüzündeki ifadeyi bana göstermekten geri durmadı; neden böyle oldu, dedim kendi kendime, çok iyi hatırlıyorum. Birkaç saniye sonra akciğerlerinin en derinlerinden nefes almaya çalıştıklarını fark edince çektikleri acıya son vermek adına bıçağı, sırayla kalpleriyle buluşturdum. Çıkardıkları hırıltı kesildi. İkisi de daha fazla acı çekmeden öldüler. Yatak kan gölüne dönerken, elbisem de bundan nasiplenmişti. Titremeye başladım; korkudan mı, yoksa heyecandan mı bilemiyordum, sadece titriyordum. Bıçağı orada bıraktım. Üç yaşındaki üvey kardeşimin odasına gittim, huzur içinde uyuyordu M., salona geri döndüm.
S.’ninkinin aksine benim bir dakikam öğle saatlerinde değil, sabah olacaktı. Bu haber piyango benzeri bir sistemle kararlaştırılır ve on sekiz yaşına basacak olan gençlere mesajla iletilirdi; dünya televizyonlarımızdan biri, saat 07:51’de yapılacak yayın için 07:30’a doğru evime gelecekti. Yatak odasını kilitledim, üstümü temizlemeye kalktım fakat beyaz elbiseden kan lekelerini arındıramadım, vazgeçtim.
Sabaha kadar birçok şey izledim. Babamın görüntülerini, S.’nin son çıkan popüler müzik videosunu, H.’nin ölümü sonrasında S. ve S.’nin annesinin medyaya yaptığı açıklamaları, annemin bir şaklaban gibi bir dakika boyunca iğrenç bir şekilde dans etmesini, üvey babamın komik hikâyeler anlatmaya çalışmasını…

Ben ne yapacaktım?

Sabah oldu. Gözlerim mosmordu; betim benzim atmıştı. Yaşama dair en ufak bir parça yoktu benliğimde. Minik kardeşim uyandı, mamasını verdim, yeniden uyudu, salona döndüm. Elbisemin kan lekelerini saklama amacıyla tüm vücudumu saran ince bir palto giydim. Bu sıcakta ne paltosu, diye düşüneceklerini bilmeme rağmen giydim, umursamadım.

Saat 7’yi biraz geçerken kapım çalındı. Bir kadın ve bir erkek içeri girdiler. Yüzlerindeki sahte mutluluğu görebiliyordum, her şey çok güzelmiş gibi davranmaları neredeyse kusmama neden olacaktı, aldırış etmemeye gayret ettim, ruhsuz bir şekilde baktım, hoş geldiniz bile demedim.

“Bunun için çok sıcak değil mi?” diye sordu genç kadın, üstümdeki kıyafeti göstererek.

“Üşüyorum,” dedim, “uzunca bir zamandır üşüyorum. Bitmek tükenmek bilmeyen bir soğuk bu.”

Yüzünü buruşturdu. Beni anlamamıştı, anlamasına ihtimal bile vermiyordum zaten.

“Evde kimse yok mu?” diye sordu diğeri.

“Var, yatak odasında hazırlanıyorlar.” dedim sessizce.

Biri etrafı incelerken diğeri kameraları kurmaya başladı. Minyon tipli, sarı saçlı genç kadın telefonunu çıkardı ve etrafı görüntülemeye başladı, telefonunu bana doğrulttuğunda elimle yüzümü kapattım, ince sesiyle “Genç kız heyecanlı sevgili seyirciler!” diye çığlık attı ve kahkaha patlattı. “Beğenmeyi unutmayın, sevgilerinizi eksik etmeyin. Siz de, çocuğunuz da bunu yaşayacaksınız, unutmayın! Ben B., bu harika anı size hesabımdan aktarmaya devam edeceğim, bir yere ayrılmayın! Geri geleceğim. Sevgiler!” Birazdan yaşayacaklarını bilse bu kadar neşeli olmazdı, diye düşündüm. Nihayetinde kimse bu hayatta başına gelecekleri bilemiyor, dedim içimden.

Yatak odasına hareketlendim, kapının üstündeki anahtarı kullanarak kapıyı açtım. Annem ve üvey babam kanlar içinde yatıyorlardı. Dolaptan temiz bir örtü çıkardım, üstlerini örttüm. Kanlar bir süreliğine görünmez oldu. Komodinin üstüne bıraktığım bıçağı tekrardan elime aldım, yüksek sesle “B.! Bakar mısınız, yardımınıza ihtiyacım var.” diye seslendim.

Genç kadın topuklu ayakkabılarıyla yatak odasına doğru gelmeye başladı. Ayakkabılarının çıkardığı sesler kulağımda yankılanıyor, ne yapmam gerektiğini tekrar ve tekrar sorgulamama neden oluyordu. “Buradayım!” diye seslendim neşeli bir sesle. Yüzüme de aptalca bir mutluluk yerleştirdim, yatak odasının kapısını biraz aralayıp genç kadına baktım, B., yatak odası kapısına birkaç metre kala duraksadı, şüpheye düşmüş gibi bir hâli vardı, “Çekinmeyin, gelin.” dedim gülümseyerek, “annem size bir şey sormak istiyor.”

B.’nin yüzündeki şüphe yerini sahte bir mutluluğa bıraktı, beyaz dişlerini göstererek tiksindirici bir şekilde gözlerini yavaşça kıstı. Daha fazla dayanamadım, içeri girdim. Topuklu ayakkabılarından çıkan sesler yeniden kulağıma erişmeye başladı, bana doğru geliyordu.

Kapının arkasında bekledim, B. yarı açık kapıyı biraz daha araladı, neşeli ama kuşkulu bir sesle “Oyun mu oynuyoruz?” dedi, kapıyı hızlıca çarptım, genç kadın arkasına döndü, o esnada elimdeki bıçak çoktan karnının ortasına saplanmıştı bile. Ağzı açıldı, gözleri büyüdü, yüzündeki sahte mutluluk onu terk edip gitti, hüzün geldi suratına, içten ve samimi bir hüzün sardı suratının her yanını; sonra da hayal kırıklığı, buz gibi bir hayal kırıklığı, gözlerinde can buldu. Kafasını eğdi; neden, diye sormak istermiş gibi bakıyordu, gözleri neredeyse pinpon topu kadar oldu, ayakta kalabilmek için elime tutunmaya çalıştı, tutunamadı ve düştü. Gözleri açık bir hâlde yatak odasının zemininde sere serpe yatıyordu minik bedeni.

Kapıyı çektim, salona ilerlemeye başladım. Bıçak elimdeydi, elim ise tamamen kanlı... Sımsıkı tutuyordum. Birkaç adım daha attım, bıçağı tutan sol elimi paltomun içine sokuşturdum. Salona gelir gelmez kameraların yanında duran devasa geri sayım saatini gördüm: Son on beş dakika.

“Her şey hazır.” dedi genç adam telefonunda bir şeylere bakarken.

“Harika.” dedim. Sessizlik oldu, genç adam yeniden konuşmaya başladı:

“Kendi bir dakikamı hatırlıyorum,” dedi, “geleceğini bir dakikaya sıkıştırmak çok zor ama bir o kadar da heyecan verici.”

“Öyle,” dedim ukala bir tavırla, “ama saçma.”

“Efendim?”

“Bir şey yok.”

Genç adam telefonu kendisine doğrulttu ve fotoğrafını çekti. Fotoğrafı niteleyen bir şeyler yazarken yüzünde anlamsız bir mutluluk oluştu.

“Neden paylaşıyorsun?” dedim aksi bir sesle.

“Popülerliğim ve puanım artıyor. İnsanlara “bir dakika” heyecanı yaşatan biri olmak havalı bir durum, sen anlamazsın.”

“Doğru,” dedim, “ben anlamam. Nasıl anlayabilirim ki?”

Geri sayıma baktım, on bir dakika kalmıştı. Yavaş adımlarla genç adama doğru ilerlemeye başladım. O esnada genç adam bana bakmadan lafa girdi:

“B. nerede kaldı?” dedi umursamaz bir sesle.

“Annemle çiçek seçiyorlar,” dedim iğrenç bir şekilde gülümseyerek, “göğsüme iliştirecekmiş annem. Ölü bir çiçek muhtemelen.

Genç adam kafasını usulca kaldırıp bana baktı. Bakışlarındaki şüpheden anladığım kadarıyla deli olduğumu düşünmeye başlamıştı; haksız da sayılmazdı. Telefonunda bir şeyler izliyor, beğeniyor, sevgi sözcükleri sıralıyor, birileriyle bir şekilde sürekli iletişim kuruyor ve hipnotize olmuş gibi ekrana bakıyordu. Koşar adımlarla genç adama doğru harekete geçtim, sesleri duydu, bana baktı, bıçağı paltomdan çıkarır çıkarmaz genç adamın şah damarına sapladım. Tıpkı B., gibiydi bakışları; ne olduğunu anlamadan ruhu, bedenini terk etti.

Saate baktım: Son on dakika. Bıçağı yere attım, kanlı ellerimi daha fazla umursamıyordum. Az önce canını aldığım genç adamı duvarın yanına kadar sürükledim. Cansız bedeni çok ağırdı; unutamıyorum. Bir süre ne yapacağımı düşündükten sonra kafamı duvara çevirdim; genç adam yarı yatar, yarı oturur bir pozisyonda duvarın kenarında mazlum bir şekilde duruyordu. Boynundan şırıl şırıl kanlar akıyor, kameraların görüş açısını kırmızıya boyuyordu. Üstümdeki paltoyu çıkardım, beyaz elbisemin üstündeki kanlar, vişne çürüğünü andıran bir renge çalmıştı. Odaya koşmaya başladım, minik kardeşimin odasının yanından geçerken kardeşim aklıma düştü, kapısını açtım. M., melekler gibi uyuyordu. Yatak odasına gittim, evvela B.’nin minik bedenini, ardından annemin ve üvey babamın ölü bedenlerini az önce öldürdüğüm genç adamın yanına, tıpkı onun gibi, oturttum. Nefes nefese kaldım, yere attığım bıçağı elime aldım, bir sandalye çektim, bacaklarımı iki yana araladım ve sandalyeye ters bir şekilde oturmaya başladım. Kameraların tam önündeydim, arka planda ise 6 Ağustos 0 gününde ölen dört kişi vardı. Çıplak ayaklarım kanla boyanmış; elbisemde ise beyaza dair çok az şey kalmıştı. Saçlarım dağınıktı, ellerim kanlıydı, gözlerim patlıcan moru rengindeydi, ruhum bitkindi, zihnim biçareydi. Saate baktım: Yalnızca bir dakika kaldığını işaret ediyordu. Heyecanım ve korkum geceden bu yana giderek azalmıştı. İstemediği bir oyunu oynayan küçük bir çocuk gibiydim; bir an önce bitmesini diliyor, sonunda da sıcak yuvama dönmek istiyordum.  Ne yazık ki yıllardır sığınabileceğim sıcak bir yuvam yoktu. Kalbim gibi, yıllardır evim de soğuktu. Bir zamanlar çok sevdiğim arkadaşım S.’nin varlığı bu boşluğu biraz olsun gideriyordu gidermesine ama o da koskocaman bir kazık atıp beni yapayalnız bırakmıştı.

Gözlerimi salonun duvarlarında gezdirdim. Her şey şaka gibi, diye düşündüm. Gözlerimi diktiğim dört duvar arasında gerçek bir mutluluk yaşamadığımı fark ettim. Ne acı, diye geçirdim içimden. Gözlerimin önündeki perde yok olmuş, gerçeklik algısı benliğimi tarumar etmiş, nihayetinde gerçek dünyaya uyanabilmiştim. Sıra başkalarını da uyandırmaktaydı; yapabilecek miyim, diye düşünüyor, doğrusu kendime çok da inanmıyordum.

Ayaklarıma baktım, kıpkırmızı… Elimdeki bıçağı sımsıkı tutmaya başladım. Başımı kaldırdım, saate baktım: 10...9...8...7...6...5...4...3...2...1…

Korkutucu bir kahkaha patlattım.

“Şaşırdınız, değil mi? Oysaki çeşitlikli soytarılıklar yapıp sizleri etkilemem ve alkışlarınızı toplamam gerekiyordu. Asla! Uyanın artık! Yapayalnız kalmış karanlık bir gezegenin izbe bir şehrinde, mide bulandıran terk edilmiş bir apartman dairesinde ölüyorsunuz. Sadece telefonunuzun ekranı ışık saçıyor diye tüm gezegen parlıyor mu sanıyorsunuz? Hayır! Mutluluk gösterileri yapmayı kesin. İnsanları, bu iğrenç düzene ayak uyduramadıkları için zihin zindanlarına mahkûm etmeyin. Buna hakkınız yok. Dünyamızın patronları uyumanızı istiyor. Gözlerinizi açın, uyanın artık!
Fakir olan ne zaman zengin gibi davranmayı kesecek de buna bir çözüm arayacak ve hayatı sorgulayacak? Mutsuz hisseden ne zaman mutluymuş gibi davranmayı bırakacak da mutsuzluğunun kaynağına bir derman bulacak? Eşitlik hakkımız değil mi? Sizce de zamanı gelmedi mi? Kaybediyoruz. Uyanın artık. Bu son çağrı.”
Sağ kolumu sandalyenin üst tarafından sarkıttım ve sol elimle sağ bileğimi beş altı santim boyunca kestim, kanlar akmaya başladı.

“Zamanı geldi. Uyanın artık!” diye haykırdım. Saate baktım, bir dakikamın sona erdiğini söylüyordu.

Geceden beri onca kan görmeme rağmen ilk kez bayılacak gibi oldum, midem de bulanmıştı. Ruhum daraldı, bıçak ellerimden kayıp düştü, yere vurduğunda çıkardığı ses kulaklarımda çınladı; üstünden 17 sene geçti fakat o ses hâlâ daha kafamın içinde... Hep çınlıyor. Sandalyeden düştüm, bilincim kapanmak üzereyken annemin yüzüyle karşılaştım. Donuk bakışlarında tiksinti ve hayal kırıklığı vardı sanki. Benim için hissettikleri olmalı, diye düşündüm. Zihnim karanlıklara yol aldı, gözlerimi ancak birkaç hafta sonra açabildim.

Ölümü göze almıştım. Ölümü yakından koklamış ve pis çukuruna girmeyi aklıma koymuştum. Becerememişim, dedim içimden. Gözlerimi yavaşça araladım, ışık hüzmeleri gözlerimi kamaştırdı. Etrafa bakındım, her yer bembeyazdı. Estetik kaygısı güdülmeden dekore edilmiş bir odayla yüzleştim evvela, ardından karşımdaki büyük ekrana baktım. Gösterilen haberlerde insanlar düzene karşı eylemler yapıyor, televizyonlarını, kameralarını, telefonlarını paramparça ediyor ve bana destek veriyorlardı. Heyecandan kalbim yerinden çıkacak gibi oldu. Heyecanım ve şaşkınlığım sebebiyle ellerim ve ayaklarım terlemeye başladı. Ayaklarımı hareket ettirmek istedim, sağ ayak bileğimin yatağa bağlandığını fark ettim; heyecanım yerini anlık mutsuzluğa bıraktı. Kafamı kapıya çevirdim, bir adam uyandığımı görünce aceleyle çıktı; birkaç dakika sonra bir hemşireyle geri döndüler. Hemşire elindeki kocaman iğneyi boynuma sapladı; halihazırda uyuşmuş olan bedenim yeniden uykuya daldı.

Özgürlüğüme kavuşmam iki seneyi buldu. Geçen zaman içinde tekrar uyandım mı hakikaten bilmiyorum. Uyanmış olsam bile bilincim yeterince açık değilmiş ki hiçbir şey hatırlamıyorum. Bu dönem sırasında yaşananları araştırdım, anlatılanları dinledim, olan biteni öğrendim. İki sene boyunca düzeni kontrol edenler aralarında defalarca beni öldürmeyi tartışsalar da bunu göze alamamış ve dolayısıyla beni insanlardan uzak, gizli bir yerde sürekli ilaçlarla bayıltarak kontrol altında tutmuşlardı fakat devrimciler devrimi tam anlamıyla gerçekleştirdiklerinde esaretim son bulmuştu. Devrimciler beni bu hareketin çıkış noktası olarak gördüklerinden ötürü işlediğim cinayetleri asla ama asla gündeme getirmediler, hatta kaynaklarda da bu bilgilere yer vermediler.

Ölenler, öldürülenler, değişenler, değiştirilenler… Bir devrim daha kanla yazılmıştı; kansız devrim olmaz, diyenler haklı çıkmıştı. Ancak sözüm ona devrimi başlatan ben, olayların bu noktaya varacağını hiç mi hiç hayal etmemiştim.

Devrimci güçler, totaliter bir rejim güden dünyamızın yöneticilerini ve baronlarını yıkmayı başardılar; sistemi baştan aşağı değiştirdiler, yıllardır süregelen düzeni yok ettiler. Tüm bunları yaparken ise en önde fotoğraflarımı, adımı ve bir dakikamda söylediğim cümleleri kullandılar. Onların kahramanıydım; böyle bir şeyi arzu etmiyordum, popüler olmak değildi amacım. Başarılı mıydım, yoksa bu bir ironiden başka bir şey değil miydi anlayamıyordum. Popüler olmak için her türlü şaklabanlıkları yapanlara, popüler olan insanlara tapanlara, popülerliğin getirdiği sahte unvanlara, iğrenç statülere, insanlar arasındaki eşitsizliğe ve haksız her şeye lanet ederken her yerde efektlerle güzelleştirilmiş fotoğraflarımla, abartılı sevgi seliyle ve şahsıma sayılan binlerce gerçek dışı iltifatla yüzleşmeye tutsak oldum. Başlarda konuşmalarımı da hep bu yönde gerçekleştirdim; yani devrimin aslında yaptıkları şeyin tam tersi olduğunu insanlara anlatmaya çalıştım ama zamanla kurulan yeni düzenin temsilcileri, ağzımdan dökülen sözlerin halkın istediği şeyler olmadığını ve daha yapıcı konuşmam gerektiğini belirttiler, hatta doğru söylemek gerekirse beni farklı bir üslupla konuşmaya zorladılar. Sıkılmıştım her şeyden; yorulmuştum. Daha fazla karşı çıkamadım, kendimden ödün vermek zorunda kaldım, sonucunda ne yazık ki istediklerini verdim. Zamanla ekranlardan, sonra da halktan koptum ve kabuğuma çekildim.

Eşitlik, özgürlük, hakikat gibi kavramlar yeni düzende daha işlevsel oldu olmasına ama yine de karanlık dünyanın izbe bir şehrinde terk edilmiş bir apartman dairesinin ancak bir odasının ışığı yakabildim; o ışık da apartman sahibi tarafından mütemadiyen kontrol edildi. Ev sahibi, dilediğinde apartmanı yerle bir etme özgürlüğünü elinde tuttu. Karşılığında ise sevmesem dâhi gerçekten benden bir parça olan annemi, üvey babamı ve kardeşim M.’yi kaybettim. Annesini ve babasını canice öldürdüğümü düşünen M., beni asla affetmedi; fakat kameralara karşı hakkımda hep iyi konuştu, zira şahsıma söylenecek kötü bir söz, ağır bir şekilde öldürülmesine neden olabilirdi.

Devrim, bir devrin kapanıp diğerinin açılması ise, evet, gerçekleştirdiklerim bir devrimdi ve ben bir devrimciydim ama bilinçli yapılmayan bir hareket devrim sayılır mıydı bunu bilemiyorum. İnsanlara ve kendime saf mutluluk yaşatmaktı amacım, elimden geleni yaptım, saf mutluluğu hiç ama hiç bulamadım.

Zamanla anladım ki, mutluluk denen şey anlık yanılsamalardan başka bir şey değildi ve saf mutluluk bir ütopyadan farksızdı. Bizler, içine düşer düşmez hüngür hüngür ağlamaya başladığımız kırık hayaller çöplüğüne gelmeden önce tanrıyı terk etmeyi göze alarak en başta günah işlemiş ve mutluluk kavramına safkan bir hâlde asla ulaşamayacağımızı belirten antlaşmaya imzalarımızı çoktan atmıştık.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kırmızı Leğen

Kırmızı Sepet

Topal İhtiyar