Yolun İçinde

Asfalt yolun kenarında otururken, ardı ardına geçen bazısı lüks bazısı sıradan arabaların içlerindeki sabırsız suratlar bir bir gözlerimin önüne düşüyordu. Meraklı gözlerle bana bakan suretlerden aldığım mesajlar aşağı yukarı aynıydı. Hepsi orada ne yaptığımı soruyor fakat merakları çok değil, bir ya da iki saniye ancak sürüyordu. Yanımdan geçip gittikten sonra dahi beni düşüneni var mıydı bilemiyorum ama doğrusu hiç sanmıyorum. İnsanoğlu başına gelen en korkunç olayları bile kısa vadede unutabilen cinstendi; o yüzden asfalt yolun kenarında oturan  bir yabancıyı unutmaları birkaç saniyeden fazla sürmezdi, sürmeyecekti ve muhtemelen sürmüyordu da.

Asfalt yol bir nehre benziyordu; içimdeki huzursuzluk, önümde akan yüce şeyin sonuna kadar koşmayı arzulamamı sağlıyor, nehrin denize veya daha büyük bir dünyaya bağlandığı yere kadar gitmeyi tüm kalbimle istememe neden oluyordu. Ara sıra bu coşkuyla kalkıyor ve yolun kenarında heyecanla yürümeye başlıyor fakat çok geçmeden tükenip kendimi yine yolun kenarına bırakıyordum. Akabinde oradan geçenlere bakıyordum sadece. Yanımdan hızla süzülen araçlar amacıma kavuşamayacağımı haykırırcasına bana fark atıyorlar, sanki benimle alay ediyorlardı. Çaresizce otururken, duyduğum korkunç kahkahalar arabaların içinden yükseliyor olmalıydı; böyle zamanlarda hiçbir şey yapmadan seslerin sona ermesini bekliyor, sonrasında gözden kaybolmalarını izliyordum. Biri gidiyor, bir yenisi geliyor ama hissiyatlar ve düşünceler değişmiyordu. Araçlardaki insanlar, şüpheli bakışlarla önce kim olduğumu çözmeye çalışıyor, birkaç saniye sonra ise ilgilerini yol kenarındaki ağaçlara veyahut başka şeylere çeviriyorlardı. Benden sıkılmaları çoğu zaman bir saniye bile sürmüyordu.

Köyü ikiye bölen asfalt yolu geçmediğim neredeyse bir gün bile yoktu. Köyün tek bakkalının yardımcısıydım ben; bu yaşımda başkasının dükkânında çalışmayı kendime yediremesem de, ekmek parası uğruna, ağarmış saçlarıma aldırış etmeden çalışırdım sabahtan akşama... Sabahın köründe köyün aşağı tarafındaki evimden çıkar, büyük asfaltı geçer ve bakkalı açardım. Ne yazın ne de kışın, sabah saatlerinde asfalt yol bende bir çağrışım yaratmaz, uykulu gözlerle bir sağa bir sola bakar, topal ayağımın izin verdiği ölçüde hızla karşıya geçer ve köyün yukarı kısmının orta yerinde bulunan dükkânı sabahın köründe açardım. Yürürken köpeklerin tacizlerine, ilçe merkezindeki işlerine yetişmek için koşturanların gürültülerine aldırış etmez, kafamı yerden kaldırmaz, aklımda hiçbir şey tutmaz ve öylece yürürdüm işte. Köye hapsolan biçare bedenimin zihnimdeki varlığı ancak öğlene doğru canlanırdı. Öğleden akşama doğru ise içine hapsolduğum döngüden nasıl kurtulabileceğimi sorgulardım. Sorgulamalarım, dükkâna gelen müşteriler yüzünden ara sıra bölünürdü; gittiklerinde ise yeniden düşünmeye koyulurdum. Buhranlı düşünme aktiviteleri, günün geri kalanında devam ederdi. Dükkânın sahibi gelip geceye kadar dükkânı devraldığında ise ona gün içinde olanlar hakkında bilgi verir, ardından dükkândan ayrılıp ağır aksak adımlarla evimin yolunu tutardım. Bir günüm böyle geçerdi. Can sıkıcı düşüncelerin ayyuka çıkması ve çekilmez bir hâl alması, dükkândan dışarı adımımı atar atmaz olurdu. Sonrasında ise susmak bilmeyen iç sesim kalbime vurulan bir hançer gibi yaralardı beni. Susturmak istesem de olmazdı; ne yapsam ne etsem, diye düşünür ve sonunda asfaltın kenarında otururken bulurdum kendimi. Yoldan süratle geçen araçlara bakardım; bir yerlere giden insanlar, bu köye prangalarla bağlanmış olan bedenimi, özgürlükle tanıştırırdı. Özgürlük nedir bilmezdim, biliyorduysam da unutmuştum artık. Ev, asfalt yol ve dükkân... Hayatım bunlardan ibaretti.

Yazın bittiği, sonbaharın başladığı günlerin birinin akşamında dükkândan çıktım. Hava, çok sıcak sayılmazdı, yine de batmaya başlayan güneş içimi ısıtma konusunda başarılıydı. Ilık bir rüzgâr hissediyordum tenimde. Saçlarım dalganıyordu. Rüzgârı fark edince istemsizce cebimdeki sigara paketini çıkardım. Sol elimi siper niyetine kullanarak sigaramı yakmaya çalıştım; ancak üçüncü denemede yakabildim. Adımlarımı hızlandırdım. Ayağımı süre süre ilerliyor, köy yolunu sağlı sollu kaplayan çocuklara bakmadan yürüyordum. Çocuk sesleri istemsizce sinirlenmeme sebep oluyor, topal ayağıma gösterdikleri ilgi canımı sıkıyordu. Bazen ise çocukları görünce zihnimde nadiren depreşen bir sevgi ortaya çıkıyordu. Gördüğüm çocukların annelerine ve babalarına imreniyordum. O sevginin yeniden belirip belirmeyeceğini kontrol etme maksadıyla kafamı kaldırdım, çocuklardan biriyle göz göze geldim. Kafası yeni tıraş edilmiş dört beş yaşlarındaki esmer bir çocuk bana baktı ve güneş, yüzünü aydınlatırken tatlı bir şekilde gülümsedi. Aklımdaki can sıkıcı düşünceler bir anlığına kayboldu, ben de gülümsedim. Pek gülümseyen biri sayılmazdım, gülümsemeyi özlediğimi fark ettim. Çocuğu geride bırakırken, saniyeler içinde yüzümdeki gülümsemeden eser kalmadı. Gergin dudaklarım tekrardan büzüldü, bakışlarım yere gömüldü ve sigaramı içime çeke çeke ilerlemeyi sürdürdüm.

Asfalt yolu yüksek hızla kat eden araçların sesleri kulağıma gelmeye başlamıştı. Fakat o yolun gürültüsünü bastıran birtakım sesler işitiyordum. Asfalt yolun berisinde, köy yolunun sağ tarafında bulunan halı fabrikasının önünde yüksek sesle konuşan işçiler, kavga eder gibi tartışıyorlardı. Onları izledim bir süre, sanki asfalt yolun kenarına gelmeden önce nefeslenme ihtiyacı hissetmiştim. Sigaramı bitirdim, izmariti yere fırlattım, üstüne bastım ve yeniden yürümeye koyuldum.

Yolun kenarına geldim, bariyerlerin arkasında usulca ilerlemeye başladım. Evimin bulunduğu tarafa geçene dek biraz yürür, sonra yaya geçidine benzer bir bölümden karşıya geçerdim. Bariyerlerin arkasında yürüdüğüm sırada her zamanki gibi yolun kenarındaki yeşil alana oturma ihtiyacı hissettim. İçimdeki isteğe karşı koymaya takatim yoktu; bıraktım kendimi yeşillere. Önümde akan yolu seyrettim bir süre. Asfalt yol bir nehre benziyordu; içimdeki huzursuzluk, önümde akan yüce şeyin sonuna kadar koşmayı arzulamamı sağlıyor, nehrin denize veya daha büyük bir dünyaya bağlandığı yere kadar gitmeyi tüm kalbimle istememe neden oluyordu. Fakat hiçbir şey yapmıyor, öylece oturuyordum. Gelen geçen araçlara bakıyor, bir taraftan da tam önümden geçen arabaların geldiği yönde batmakta olan güneşin gökyüzündeki dansını izliyor ve büyüleniyordum. Karşı şeritte ilerleyen araçlar güneşi yakalamaya çalışıyordu sanki. Oysa güneş çoktan başka memleketlere yol almış, ondan geriye yalnızca bir veda busesi kalmıştı ancak o bile içimi ısıtmaya yetiyor, bir süre sonra ise batan güneşin tenimde bıraktığı sıcaklık, araçların yarattığı hava akımıyla yok oluyor ve tüylerim kabarıyordu. Yolun kenarındaki otlar da içimdeki bedbahtlığa üzülürmüş gibi boyunlarını büküyordu. Onlar benim tek dostumdu, böyle tepki vermeleri normaldi.

Yolun kenarında zaman dengesiz ilerlerdi. Gördüğüm her araç kum saatindeki kum tanelerini andırırdı bana. Araçlar geçtikçe zaman ilerler, aksi hâlde ise zaman durur, sanki asfalt nehir akmaz olurdu. Ama araçlar hızla geçiyordu o akşam. Sol tarafıma baktım, güneş iyice yok olmuştu, arkasında yalnızca kızıllık bırakmıştı. Yine de o kızıllığa çok fazla bakınca tuhaf bir büyülenme yaşıyor ve gerçeküstü bir olayın içinde olduğumu hissediyordum. Karşı şeritten giden araçlar, benden uzaklaştıkça silüete dönüşüyor, güneşin kızıllığı üstünde kara birer nokta oluyordu. Bir süre bu resmi izledim. Kızıllıklar, siyah noktalar ve araçların uğultuları... Bir vakit sonra, baktığım manzaraya ait olmayan bir şey fark ettim. Kafamı eğdim ve iyice sola çevirdim. Bana doğru gelen şey, başka şekilde bir silüetti. Benim tarafımdaki şeritte, bariyerlerin arkasında ilerleyen bir silüet… Bir yaya mı, bir motosikletli mi, yoksa bir bisikletli mi geliyordu... Göremiyordum. Lakin gördüğüm şey dört tekerlekli bir araç değildi. İlgiyle takip ettiğim belli olmasın diye kafamı ara sıra başka yerlere çevirsem de aklım bana doğru ilerleyen şeydeydi. Başka bir düşünceye yer kalmamıştı zihnimde. Gelen şeyi o kadar çok merak etmiştim ki, köyden uzaklaşma fikrim bir an için yok olmuş, prangalarımı unutmuştum. Sadece bana doğru gelen, yolun kenarında yavaşça yol alan kişiyi merak ediyordum. Kendime yakın hissetmiştim onu, bana benzeyebileceğini düşündüm. Benim gibi yürüyor, yolun kenarında umursamaz bir tavırla ilerliyordu. Belki o da buralara hapsolan ama asla buralı hissetmeyen bir çaresizdi, diye aklımdan geçirdim. Merakımdan ölecektim. Neyse ki, ilgimi çeken silüet zamanla bir silüet olmaktan çıktı, belirginleşti; gelen kişi, bisikletini eliyle ilerleten biriydi.

Daha iyi görebilmek için gözlerimi kıstım; artık umurumda değildi fark edilmek. Bakışlarımın odaklandığı kişi, devasa sırt çantasıyla dikkat çeken, küt saçlı iyi görünümlü bir kadındı. Bisikletini eliyle ittiriyor, bir yandan da ne yapacağını düşünür gibi sağa sola bakıyordu. Asfalt yoldan geçenler, evvela onu dikkatli gözlerle izliyorlar, birkaç saniye sonra ise bakışlarını bana dikiyorlardı. Akabinde merakları karanlığa gömülüyor ya da başka objelere kayıyordu. Bisikletli kadın etrafa bakarak ilerliyordu. Neredeyse ramak kalmıştı yanıma gelmesine. Heyecanım katlanarak artıyor, ne söylemem gerektiğini düşünüyor, farklı farklı senaryoları aklımda oynatıp duruyordum. Ne demeliyim, ne desem iyi olur, diye düşünürken kendi problemlerimi tamamen unutmuştum. Asfalt yolu, geçen araçları, boynu bükük yeşillikleri umursamaz olmuş, sadece bana doğru gelen kadını zihnimin konuğu yapmıştım. Kadının burada ne yaptığını düşünürken birdenbire içimden farklı bir ses yükseldi; o ses, yoksa hiçbir şey dememeli miyim, diye haykırdı kafamın ücra bir köşesinden. Aniden ortaya çıkan bu düşünce, az önce kurduğum senaryoları yerle yeksan etti. Her şey en başa döndü. Araçlara baktım; akıyorlardı. Yeşilliklere baktım; bükülüyorlardı. Üstüme başıma baktım sonra; virane bir evi andırıyordum. Neyse ki daha fazla düşünmeye fırsat yoktu; kadın yanı başımda belirdi, ayak seslerini duyunca kafamı kaldırdım, geldiğini yeni fark etmiş gibi davrandım, tam lafa girmeye hazırlanıyordum ki, o benden önce davrandı.

“Merhaba,” dedi genç kadın, “buralarda bisikletimi tamir ettirebileceğim bir yer var mı, biliyor musunuz?”

Güneşten geriye kalan son kızıllıklar, siyah saçlarıyla birleşiyor, bal rengindeki gözleri, gecenin henüz başlamaması gerektiğini haykırıyordu. Ne hikmetse güneşin kırıntıları arkasında olmasına rağmen, gözleri tıpkı bir güneş gibi parlıyor ve güneş görevi görüyordu. Taş çatlasa yirmi beş yaşında görünen bu genç kadının yüzünden etkilenmiş, bir an için ne diyeceğimi bilememiştim; akabinde dikkatimi topladım ve konuşmaya başladım.

“Merhaba. Bildiğim kadarıyla yok. Şehir merkezinde bulabilirsiniz ama bu saatten sonra yetişebilir misiniz pek emin değilim.” dedim olabildiğince düzgün bir diksiyonla.

Şaşırmış olduğunu fark ettim. Benim gibi bir köylüden, iyi bir diksiyon beklememiş olmalı, diye iç geçirdim. Genç kadının beyaz benzi iyice beyazlaşmış, söylediklerimi duyunca keyfi daha da kaçmıştı, “Hadi ya!” diyebildi.

Birkaç saniyelik bir sessizlik oldu, ne desem bilemedim. Ne zaman dara düşsem sigara paketime sarılırdım, yine öyle yaptım. Çıkardım paketimi, elimi her zamanki gibi siper ederek sigaramı yaktım. Çaprazımda ayakta duran genç kadına da sigara paketini uzattım ve isteyip istemediğini sordum; usulca çekti sigaradan. Çok fazla ilgilenmediğimi beyan edercesine, çakmağı eline uzattım, sigarasını yakmak için çabalamadım.

“Ne sıkıntısı var bisikletinizin?” diye sordum nefesimi dışarı üflerken.

“Şanssızlık işte,” dedi ince kadınsı sesiyle, akabinde yüzünü buruşturdu, “önce lastik hava kaçırmaya başladı ince ince, aldırış etmedim, sonrasında da zincir sertleşti, pedallayamaz oldum, yağlanması lazım, zaten tekerlek de tamamen indi artık.”

“Anladım,” diyebildim. Sükut ortamın hakimi oldu, yalnızca araç gürültüleri duyuluyordu. Genç kadın çaresizce ortada kalmış gibiydi. Benim gibi biri değildi sanki, bu yolun akışının bir müdavimiydi ama benim mahkûm edildiğim bu toprağa geçici bir hâlde hapsolmuş gibi duruyordu. Ona yardım etmek istiyor, diğer taraftan da yanlış anlaşılmaktan korkuyordum. Genç kadın gitmek için bir çaba sarf etmiyordu, sigarası da bitmişti ama hâlâ yanımdaydı. Cesaretimi toplayıp yardım elimi uzattım.

“Yanlış anlaşılmaktan korkuyorum ama yine de söyleyeceğim,” dedim ve sesimi daha da ciddileştirerek konuşmamı sürdürdüm:

“Şehre giden ilk minibüs sabah saat 7 gibi, şu arkadaki fabrikanın önünden geçer. İsterseniz sizi bu geceliğine misafir edebilirim. Bu sırada bisikletinize ne yapabileceğimizi kararlaştırırız. Rahmetli babamın tıpatıp sizinkine benzeyen bir bisikleti vardı; bir şeyler öğretti çok şükür. Evvela şambriyeli çıkarır, sonra patlak yeri anlar ve patlak yeri bir yapışkanla kapatırız. Ardından da zinciri yağladık mı her şey tamamdır.”

Konuşmamı bitirir bitirmez endişeye kapıldım. Acaba genç kadın onu evime götürmek adına fazla çaba gösterdiğimi düşünüyor mu, diye aklımdan geçiriyor, bir yandan da yıllar sonra bu köyden olmayan farklı biriyle konuştuğum için heyecanlanıyordum. Genç kadın, “Rahatsızlık vermek istemem,” dedi, “otostop çeker, şehir merkezine giderim.” Bir şey demedim, daha fazla ısrar etmeye gerek yoktu zira. Genç kadın biraz düşündü, yola baktı, bisikleti kafasında ölçtü bitti, en sonunda yüzü çaresiz bir hâl aldı yeniden.

“Çantamda çadırım var. Geceleri çadır kurarak ilerleyeceğime dair kendime söz verdim, çadır kurabileceğim bir yer gösterirseniz çok makbule geçer.” dedi.

“Peki,” dedim, “öyle olsun.”

Köyün yukarı tarafından okunmaya başlayan ezan kulaklarımıza ulaştı. Yerimden kalktım bu sırada. Sigarayı söndürdüm, genç kadının bakmadığı sırada yere usulca bıraktım. Ben önde, genç kadın arkada yürümeye başladık. Geçen araçlar kuşku dolu gözlerle bize bakıyorlardı sanki. Yeşillikler o kadar da eğilmiyor gibiydi. Uzun yıllardır hissetmediğim bir özgüven benliğimi sarmıştı. Yalnız ve bitkin hissetmiyordum. Çok geçmeden yürümemde bir aksaklık olmadığını fark ettim, kafamı eğip bacaklarıma ve ayaklarıma baktım; topallamıyordum. Garipti. Ne ayağımı sürüyordum ne de sekiyordum. Arkama dönüp genç kadına baktım, rahatsız edici bir an yaşandı, o rahatsızlığı gidermek adına “Merak etmeyin, çok uzak değil.” dedim ama ezanın sesini bastıramadığım için genç kadın muhtemelen beni duymamıştı. Hava iyice kararmış, gökte mavilikler azalmıştı. Arabaların hepsinin farları yanıyordu; köyün aşağısındaki evlerin lambaları karanlıkta belli oluyor, sarılı beyazlı ışıklar gecenin içinde birer noktaya tekabül ediyordu. Karşıya geçeceğimiz noktaya ulaşınca, genç kadın ve ben yan yana dikilmeye başladık. Önce sola, sonra sağa bakıp hızlıca karşıya geçtik. Asfalt yol arkamızda kaldı; görünmüyordu artık. Köpeklerin ulumaları kulağımıza erişti, ezan bitince köpeklerin uluması da sona erdi. Genç kadının aklından ne geçiyor, diye düşünüyordum, korkuyor olmalıydı. Haberlerde neler neler görüyorduk; insanların başına ne kötü şeyler geliyordu. Neyse ki onun yerine de düşünüyor ve ona göre hareket ediyordum. Genç kadın tedbiri elden bırakmamak adına benden bir adım geriden geliyor ve kafasını sürekli sağa sola hareket ettiriyordu. Rahatsızlığı sanki giderek artıyordu. Ben de huzursuzdum. Her gün yürüdüğüm bu yol bu kez başka bir huzursuzluk yaratmıştı zihnimde. Aldırış etmedim, her zamanki huzursuzluktan yeğdir, dedim içimden.

Bir süre daha yürüdük, genç kadının bisikletinin patlak tekerinden yükselen sesler, genç kadının nefes seslerine karışıyordu. Her yer kapkaranlıktı, evlerden sızan ışıklar önümüzü aydınlatmaya yetmiyor, diğer taraftan ara sıra yükselen köpek sesleri korkunç bir ambiyans yaratıyordu.

Genç kadını rahatlatmak adına, “Merak etmeyin,” dedim, “Geldik, işte orası, bahçeye çadırınızı kurarsınız, ben de bisiklete bakarım.” Ailemden kalan yıkık dökük evi işaret ettiğim sırada kolum görünmüyordu. Öylesine karanlıktı her yer. Kapıya geldik, araladım, yağlanmamış kapının çıkardığı gıcırtılar ürperticiydi, aldırış etmedim. Kapıyı sonuna kadar açtım, genç kadın bisikletiyle içeri girdi, “Teşekkürler.” dedi kısık sesle ve devam etti:

“Tek mi yaşıyorsunuz?”

“Evet,” dedim, “annem rahmetli olduğundan beri tek yaşıyorum.”

“Başınız sağ olsun.”

Teşekkür ettim usulca. Genç kadın karanlığa daha fazla maruz kalmasın diye müstakil evimin önündeki ışığı yaktım ivedilikle. Genç kadın biraz rahatlamış gibi göründü.

“Çadırı istediğiniz yere kurabilirsiniz, isterseniz evde de yer var ama ısrar etmiyorum.” dedim gülümseyerek.

“Böylesi daha iyi,” dedi, “yine de teşekkür ederim.”

Cırcır böceklerinin sesleri kulaklarımıza doluyordu. Hava, yazın bittiğini işaret edercesine tüylerimizi ürpertiyor ve tatlı bir poyraz esiyordu. Genç kadının üstündeki ince kıyafetler dikkatimi çekti, bir şey söylemedim. Hızlıca çadırını kurmaya başladı. Yardım edecek bir nokta var mı diye bir süre göz attım; sonrasında içeri gittim.

Yaklaşık on dakika sonra iki çay bardağıyla geri döndüm. Çadır kurma işini halletmiş fakat nereye oturacağını kestiremediği için, çadırının önünde öylece çömelmiş bir vaziyette bekliyordu. Rahatsızlık duyduğu her hâlinden belli oluyordu. Elimdeki çay bardağını gösterdim ve evimin önünde bulunan eski püskü kanepeyi işaret ederek, oturmak isteyip istemeyeceğini sordum; ayaklandı. Çay bardağını elimden alırken gülümsedi ve teşekkür etti. Sigara yaktım, ona da uzattım.

“Ee nereden böyle?” diye sordum.

“Uzaklardan,” dedi, “kendimi aramak için yollara düştüm doğrusu.”

“Anlıyorum,” dedim düşünceli bir ifadeyle genç kadının güzel yüzüne bakarken, “anlıyorum da yollarda insan kendini bulabilir mi, ben de gitmek istiyorum ama cesaret edemiyorum, sanki buradan ayrılırsam kemiklerim kopacakmış gibi geliyor. Anlatabiliyor muyum?”

“Yol açık, yola çık.” diye yanıt verdi ve tekrardan gülümsedi. “Böyle bir tabir var belki duymuşsunuzdur. Yol, huzur demek; arayış demek, en azından çabalamak demek. Öylece dikilip, şikayet etmek ancak tembel, asalak ve vizyonsuz insanların yapacağı bir şey.”

“Bu biraz ağır oldu,” dedim buruk bir şekilde gülümseyerek, “ama doğru söylüyorsunuz. Yine de canım yandı biraz.”

“Affedersiniz, fazla kaba davrandım.”

Öyle olmadığını ifade eden nidalarla genç kadının aksini söyledim. Bir süre sessizlik oldu, sigara dumanları evimin önünde süzüle süzüle ilerlerken etrafı dinlemeye, cırcır böceklerinin seslerine odaklanmaya başladım. Genç kadın rahatlamış görünüyordu; çay, onu kendisine getirmiş olmalı ki, düşüncelerini çekinmeden ardı ardına saydırdı, diye düşündüm; bu kadarı iyi miydi, yoksa kötü müydü bilemedim. Zira söylediği şeyler gerçekti ve gerçekler çoğunlukla canımı sıkardı. Yine sıkmıştı ama genç kadın haklıydı.

“Haklısınız!” dedim gür bir sesle. İrkildi genç kadın, bu tepkimi beklemiyordu, biraz endişelenmesi hoşuma gitti, intikam alırcasına verdiğim bu tepki başta hoşuma gitse de, sonrasında utanmama neden oldu.

“Belki bir gün ben de yola çıkarım,” dedim sesimi alçaltarak, “yoldan korkulmaz, haklısınız.”

“Hayatın kendisi aslında bir yol; bunu fark ettikten sonra gerisi teferruat. Ayrıntılarda boğulmaya gerek yok. İnsanoğlu özünde düz bir canlı; temel ihtiyaçları ve onların şekillendirdiği içgüdüleri var. Çok ince detayları düşünmeden dümdüz yaşamalıyız hayatı; aksi hâlde her şey çekilmez bir şekle geliyor,” dedi ve bir süre bekledi, “çok konuştum, affedersiniz.”

“Hayır hayır, konuşun lütfen.”

“Her şey yol ise, yolun nereye gittiğini önemsemeden yaşamalıyız ve bu yoldan keyif almalıyız. Yoksa neden gidelim ki... Zaten her şeyin sonunda hepimizin gideceği yer belli değil mi?”

“Haklısınız.” diyebildim yeniden. Haklıydı, söyledikleri kafama birkaç saniye içinde oturmuş, mantık süzgecimden geçmeyi başarmıştı. Donuk gözlerim, genç kadının bisikletine odaklanmıştı. O hâldeyken lafa girdim:

“Doğru, her zaman umut vardır.”

“Tabii ki,” dedi sıcak bir şekilde, “asla vazgeçmemek bizim elimizde. Gücümüzün yettiği kadar çabalamalı ve hayatımıza bir anlam katmalıyız.”

Çay bardağına baktım, boştu, bir çay daha isteyip istemediğini sordum, yarın erken yol alacağını ve uyusa daha iyi olacağını söyledi genç kadın. Battaniye getirecektim ama istemedi, uyku tulumuna sahip olduğunu söyledi. “İyi geceler” dedik karşılıklı. İçeri girdim, tüm ışıkları söndürdüm, yatağıma girdim, yatak buz gibiydi.

Bahçemde kamp kuran yabancının sözleri beynimde tekrar ve tekrar dönüyordu. Soğuk nevresimin tenime temas etmesinden mi, yoksa aklımdan geçen düşüncelerin ürpertici olmasından mı bilinmez, tüylerim kabarmıştı. Cırcır böcekleri susmak bilmiyor, gece sanki hiç bitmeyecekmiş gibi duruyordu. Genç kadının yoldan söz ederken gözlerinin parlaması geliyordu aklıma. Karanlık tavana bakıyor ve o gözlerin nasıl o kadar aydınlık olabildiğini düşünüyordum. Ben de yola çıksam, bu köyden kurtulsam, diyor, acaba benim gözlerim de öyle parlar mı, diye iç geçiriyordum. Köpek ulumaları ninni gibi gelmeye başlayınca kendimi uykunun derin bilinmezliğine bıraktım.

Buz gibi bir sabaha uyandım. Yaz kesinlikle sona ermiş artık, dedim içimden. Etrafa baktım, her şey sıradandı. Bilincim yerine oturur oturmaz genç kadın aklıma düştü; dün yaşananlar sanki bir hayalin parçası gibi geldi. Üstüme bir hırka aldım, ilk işim genç kadına bakmak olacaktı; ya uyanmamışsa, diye düşündüm, uyanmamışsa uyandırmalı mıyım, yoksa öylece bırakmalı mıyım onu…

Evimin dış kapısını açtım; genç kadına ait hiçbir şey yoktu etrafta. Şaşkındım; veda etmeden gideceğini düşünmemiştim; sonra kafamı sola çevirdim, bisikleti orada öylece duruyordu. Şambriyele yapıştırılan yapışkanın jelatini tekerleğin altına hapsolmuştu. Dün geceyi zihnimdeki beyaz perdede tekrar oynattım, tuhaf bir detay yakalayamadım evvela. Sonrasında ise bisikletle ne zaman ilgilendiğimi ve ne zaman tamir ettiğimi hatırlayamadığımı fark ettim. Uzunca düşündüm fakat bulamadım. Bir an önce evden çıkmalı, asfalt yolu geçmeli ve dükkânı açmalıydım; ama aklımdaki soru işaretleri, etrafta daha fazla yanıt aramam gerektiğine beni inandırıyor, sonucunda bahçemdeki detaylara boş boş bakıyordum.

İçeri gittim, giyindim. Dün akşam asfaltın kenarında genç kadının yaptığı gibi, bisikleti ellerimle ilerletmeye başladım, bahçe kapısından çıktım. Heyecanlıydım; uzun zaman sonra bisiklete binmenin getirdiği heyecan değildi bu. Sanki özgür olacakmış gibi hissediyordum. Kalbim, liseye yeni başlayan bir ergenin içinde uçuşan kelebeklerin yuvası gibiydi; soğuk sabah benim için sıcacıktı. Seleye oturdum, pedallamaya başladım, uçuşan saçlarım uzun zaman sonra iyi hissetmeme neden oluyordu; yolun kenarında değil, yolun içindeydim, aidiyet duygusunu hissediyordum.

Asfalt yola geldim, karşıya geçtim ve yolun kenarından hızlıca ilerledim. Fabrikanın önünde günün ilk minibüsünü bekleyen insanlara baktım. Genç kadını aradı gözlerim; yoktu. İnsan grubunun biraz ötesinde bisikleti durdurdum ve beklemeye başladım. Yaklaşık on dakika sonra minibüs geldi; genç kadın etrafta yoktu. Yolcular bindiler, minibüs görünmez bir hâl alıncaya dek gidişini seyrettim, etraf yine sessizleşti. Horozlar ötüyor, ara sıra köpek sesleri duyuluyordu. Yeniden pedallamaya başladım; nihayet dükkânı açtım.

Vakit su misali aktı. Öğlene kadar genç kadını ara ara düşündüm; öğleden sonra ise aklımda ona yer yoktu. Kapının önündeki bisiklete bakarak ne yapmam gerektiğini düşünüyor, elime geçen fırsatı değerlendirmem gerektiğini kendime telkin ediyordum. Bakkalın önünde öylece bekleyen bisiklet, beni al ve git, diyordu sanki. Ona baktıkça içimde bir şeyler harekete geçiyor, sıcak topraklara göç eden göçmen kuşları gibi kanat çırpmak istiyordum. Bisiklete öylece baktıktan sonra kararımı verdim; gidecektim.

Sahibini beklemeden, dükkândan aceleyle çıktım, kapıyı kilitledim. Bisikleti apar topar kavradım, pedallara basmaya başladım. Güneş kırk beş derecelik açı yapıyor, bulutların arkasından selam yolluyordu. Ani hareketlerimden ötürü terleşmiştim, yanaklarımın sıcaklığını hissedebiliyordum; şakaklarıma dökülen terleri tek elimle siliyor ve yoluma devam ediyordum. Elimden geldiğince hızlı gidiyor, hiçbir şey düşünmemeye çalışıyordum. Uzun zaman sonra ilk defa kafamın içinde bir müzik çalmaya başladı; sanki hayata geri dönmüştüm; bitkisel hayattan çıkmış gibi hissediyordum. Yaşama pamuk ipliğiyle değil, kalın halatlarla bağlanmış gibiydim.

Eve geldim, yangından mal kaçırır gibi hazırladım sırt çantamı. Evin kapısını kilitledim ve bisikleti kaptığım gibi sürmeye başladım.

Asfalt yola ulaştım; karşıya geçmek yerine sağa dönüp, yolun bir parçası oldum. Bariyerlerin arkasından değil, yolun içinden ilerliyordum. Yanımdan hızla geçen araçları umursamadan, aheste aheste pedallara basıyordum. Yolun içinde süzülürken, saçlarım özgürce dalgalanıyor, zihnim temizleniyordu. Bulutların esaretinden kurtulan güneş yüzüme vuruyor ve gözlerimi aydınlatıyordu. Uzun yıllar sonra yolun tadını çıkarıyor ve maceranın nereye varacağını değil, ondan keyif almayı umursuyordum artık.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kırmızı Leğen

Kırmızı Sepet

Topal İhtiyar