Işık Onu Görenlerin Değil, Onu Hissedenlerindir

"Aşık olmayı denedim, hem de bir değil iki defa; inanır mısınız baylar korkunç acılar çektim. Aslında acı çekmediğimi ruhumun derinliklerinde biliyordum. Gülmek gelirdi içimden ama yine de acı içinde kıvranmaya devam eder, üstelik delicesine aşıkmışım gibi kıskançlık krizleri geçirirdim. Bütün bunların sebebi can sıkıntısıydı baylar, kesinlikle can sıkıntısı..."


Dostoyevski'ye ait bu satırları kafamdan geçirip kendimi biraz olsun iyi hissetmeye çalışıyordum. Ancak başaramıyordum; ya ben çok büyük bir boş gezendim ve Dostoyevski'nin de yaptığı gibi çektiğim acıları kendime bir meşgale haline getiriyordum ya da Dostoyevski aşk acısı falan tatmamıştı. Yine de Dostoyevski'ye olan inancımı kaybetmedim. Evde olsaydım dört duvarın arasında bunalımımı rahatça yaşayıp, birkaç damla gözyaşı nezaretinde hüznümü çıkarıp rahatlayabilirdim belki ama buna şimdilik müsaade yoktu. Çünkü insanların arasında duygularımı tüm saflığıyla yaşayabilecek rahatlığa ve özgüvene sahip biri asla değildim.


Kalın çerçeveli gözlüklerimin arkasına saklandım bir tilki gibi. Bakışlarımın keskinliği beni bile rahatsız ederken, bana bakan birinin hissettiklerini düşünmek bile istemiyordum. İçimi burkan bu hengamede bir an önce eve gidip yatağıma kurulmanın planlarını yapıyordum bir yandan da. Neyse ki beklediğim otobüs hemen geldi, içeri adım atar atmaz kalabalık arasından birkaç gözün beni izlediğini ve soğuk bakışlarımın keskin mart havasını Sibirya soğuklarına çevirdiğini hissetmek zor değildi.


Cam kenarına usulca kuruldum. Hareketlerimdeki naiflik gönül sızımın dış dünyadaki yansımasıydı. Otobüsün camından belleğime akan insanlar ve arabalar bir sinema perdesi görevi görmeye başladı. Önlerinde ise aslında orada yer almayan siluetler ve pişmanlıklar yer alıyordu. Yanaklarıma süzülen birkaç damla gözyaşı, yaşadığım bu anı ölümsüzleştirdi. Usulca sildim onları, artık kimsenin benimle ilgilendiği yoktu, herkes kendi derdindeydi. Cama bakmayı da kesmeliydim, hızlıca akan trafik ve insan manzaraları otobüs camını kahrolası bir zaman makinesi haline getiriyordu. Ve ben her objede biraz daha yok oluyordum.


Otobüs yolcu almak için yavaşladı. Sadece kızıl saçlarını görebildiğim bir kadın biniyordu. Şöförün telaşından anlamalıydım ama yanıma gelince öğrenecektim. Görme engelliydi kadın, yavaş yavaş da olsa yolunu bulabilmiş ve yanıma kadar gelebilmişti. Sessizce bir şeyler mırıldanıp elimi uzattım, inanır mısınız söylediklerimi ben bile duyamadım, teşekkür edip yanıma oturdu. Yüzümdeki sıkıntıyı görmedi belki ama hissetmiş olmalıydı.


"Her sene dünyada 56 milyon kişi ölüyor, buna inanabiliyor musunuz?" dedi genç kadın. Nereden çıkmıştı şimdi bu? Algılamakta zorlandım. Görme engelli olduğu için hissedeceğim 5-10 dakikalık geçici üzüntü yerini sorgulamaya bırakmıştı. Alalade görme engelli bir kadın olmaktan çıkmış, bir yapı kazanmıştı ağlayan beynimde.


Hayat dolu olduğu gün ışığı gibi açık olan bu genç kadını içten içe kıskanıyordum. Bunun için kendimi acınası buldum. Aynı zamanda elindekilerinin kıymetini bilemeyen bir aptal gibi hissettim. Genç kadını kırmamak için klişevari sözlerle geçiştirmeye çalıştım; ancak o kararlıydı, çıkaracaktı beni bu çukurdan.


Şımarık ufak bir çocuk gibi davranıyordum. Beni görmediği için yüzüme sahte bir gülümseme getirme ihtiyacı da hissetmedim. Kafamı birkaç saniyeliğine dışarı çevirdim, saygısızlık yaptığımı düşünmeyin, camdan dışarı bakmak düşünmeme yardımcı oluyordu. Kararlıydı, sanırım kafamı çevirdiğimi fark etmişti, gülümseyerek devam etti:


"Sırada bizler varız. Yaşadığımız anın kıymetini fark etmeli ve sonuna kadar değerini bilmeliyiz."

Gözleri görmeyen bir bilge mi yanıma oturmuştu? Deliler gibi kıskanıyordum onu, bir yandan da müthiş bir saygı duyuyordum. Otobüsün buhranlı havası birden yok olmuş, gözlerimin önüne çekilen matem perdeleri inmişti sayesinde. Daha fazla dayanamadım, uzattığı ele uzandım, oyuna dahil olma zamanıydı.

"Ne kadar hayat dolusunuz, insan sizin yanınızda asla mutsuz hissetmez, çevrenizdekiler çok şanslı." dedim yüzüne bakarak. Hoşuna gitmişti, gülümsedi tekrardan. Mehtabın kusursuzca aydınlattığı bir deniz gibiydi; karanlığın ortasında parlamayı, sessizliğin içinde çığlık olmayı başarabilmişti.


Ağzından çıkacak kelimelere o kadar odaklanmıştım ki, sadece ağzını izler hale gelmiştim. Bunu kesmeliydim, neyse ki çok beklemedi:


"Işık onu görenlerin değil, onu hissedenlerindir." 


İneceğimiz durağa gelmişti otobüs. Genç kadının koluna girdim, konuşmadık, ikimizin de bu kısa süreli arkadaşlıktan keyif aldığı barizdi. Fakat böyle anlamlı kalmalıydı. O da aklımdan geçenleri onaylarcasına çıt çıkarmadı. Gideceği kafeye kadar eşlik ettim, tüm içtenliğimle minnettar olduğumdan bahsettim ve yavaşça uzaklaştı. Arkasından bakakaldım. "Seni yüce kadın!" dedim kendi kendime.


Eve yürürken insan psikolojisini ve inişli çıkışlı duyguları barındıran dönüş yolculuğumu sorguladım. Olağanüstüydü bu yaşananlar; sinüs eğrisinin gerçekteki tezahürüydü. Ne sandık ki baylar, Dostoyevski yanılacak değildi ya!

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kırmızı Leğen

Kırmızı Sepet

Topal İhtiyar