Gün ve Gece

Her insan bir gezegen, her ev ise minik bir galaksi çoğu zaman. Galakside yer alanların bazıları dünya olup hayata kavuşabiliyorken, bazıları kızıl gezegen gibi yanmaya ve bitmeye mahkum oluyor. Kişiler, hayat denen bu karmaşık yapıyı zihinlerinde nasıl yorumluyorsa ona göre bir hayat yaşıyorlar.

Orhan ve Veysel, iki kardeş olarak hayata zıt açılardan yaklaşıyorlardı. İç burkan durumlarda bile bir şeylerle mutlu olmayı başarabilen Veysel, evin aydınlık yüzü oluyor; sürekli bir şeylerden şikayet eden Orhan ise geceleri evin üstüne çöken karanlığı anımsatıyordu. Mütemadiyen aylaklık peşinde koşan Orhan, kardeşini severdi sevmesine ama biraz da kıskanırdı onu. Zira bilirdi ki asla ama Veysel gibi olamayacaktı.


Veysel, o gün yaşanacaklardan habersiz bir şekilde, birkaç lokma bir şey yedikten ve annesine candan bir öpücük kondurduktan sonra evden ayrıldı. Kısa boyu, güneşten yıpranmış teni, kötü saç traşı ve pek bakımsız kıyafetleriyle İstanbul sokaklarına her zamanki gibi hızlı bir giriş yaptı. Neyse ki el alem ne der hapishanesinden yıllar önce çıkmıştı. Umurunda olmazdı insanların pis bakışları, sevimsiz duruşları. El arabasını her zaman aynı rotada ilerletir, bir bir toplardı kağıtları. Renkli, beyaz, karton fark etmeksizin ekmeğini taştan çıkarırdı. İşte yine böyle bir günde, güneş, yakıcı yüzünü henüz göstermeden rotasını yarılamayı planlamıştı. Öyle de yaptı. Güneşten keyif almazdı; çünkü güneş işini zorlaştırır, kafasını yorardı. Böyle hissettiğinde bir ağacın gölgesine sığınırdı Veysel. Gölgenin altına uzandığında şapkasıyla yüzünü kapatır ve neticesinde hayal dünyasının kapıları sonuna kadar aralanırdı. Seviyordu hayal kurmayı; zihnindeki ekranda oluşan görüntü ile hakikat hiç uyuşmazdı ama Veysel bunu umursamamayı öğrenmişti. Hayal kurmak her şeyiydi, zihninde özgürdü; neyi hayal ederse bir süreliğine gerçekliği o oluyordu.


Öğle saatlerine doğru sığındı büyükçe bir ağacın gölgesine. Veysel, yırtık ayakkabılarını çıkarmayı ihmal etmedi; kilometrelerce yol yürümek mahvediyordu nasırlı ayaklarını. Çimenlere uzandı, her zamanki gibi yüzünü şapkasıyla kapattı. Daldı büyülü ama zahiri dünyaya. Havalı bir motosiklette hayal etti kendisini, sonra annesini sağlıklı ve Orhan'ı zengin bir halde... Yüzlerce cc'lik motosikletini evinin önüne yanaştırırken, annesi lüks bahçelerinde fidan dikmekle meşgul, Orhan da güzel bir takım elbise üstünde... Harika olurdu! Motosiklet konusunu Orhan'a açmış fakat pek dikkate alınmamıştı. O sıralarda inşaatta çalışan ve eline bir miktar para geçen Orhan, kardeşinin bu isteğini şımarıkça bulmuş, lakin eline geçen parayı fütursuzca harcamaktan geri durmamıştı. Veysel bu duruma çok içerlese de alınmamıştı. Bazen güzel bir motosiklet gördüğünde işini yavaşlatır, tabir ettiği şekilde 'makina'yı izler, kendini onun üstünde hayal ederdi. Ancak bazen de hayal dünyası, hakikatten çok uzaklaşamazdı. Veysel, o büyüleyici motosikletlerle kağıt topladığını düşünür, yüzüne buruk ama kıvanç dolu bir ifade yer ederdi.

Artık gitme zamanıydı; ayaklandı, ayakkabılarını emaneten geçirircesine geçirdi ayaklarına. Yollara düştü. kah bayır aşağı giderken kendince akrobatik hareketler yaptı kah bayır yukarı çıkarken hayatın zorluklarını sorguladı. Günün sonunda, omuzlarında bir günü daha başarıyla tamamlamanın sevincinden başka bir şey yoktu.

Güneş, İstanbul semalarını çoktan terk etmişti. Veysel evin önüne geldiğinde gördüğü kalabalıktan ötürü bir şeylerin ters gittiğini hemen anladı. Sadece "Annem" diyebildi, boğazına oturan yumru bir bıçağı andırıyordu; yutkunamadı. Kalbi ağzından çıkacakmış gibi atıyor, damarlarından sanki kan değil de civa akıyordu. Veysel mahvoluyor, kontrolünü kaybediyordu. Sık sık uzaklaşmak istediği hakikat bu kez tam anlamıyla onu bitiriyordu. Daha fazla dayanamadı ve bayıldı. 


"Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır." demişti Tolstoy. Veysel ve Orhan'ın içinde bulunduğu bedbaht durum, Tolstoy'un ilgisini çekecek özgünlükteydi. Soluk sarı duvarların ortasında sessizce halıya bakan ikili, bir daha hiç konuşmamak üzere susmuşlardı sanki. Annelerini toprağa vereli çok olmamıştı. Orhan kısık sesle Veysel'e seslendi. Veysel yanıt vermedi. Annesinin ölümünü direkt olmasa da dolaylı olarak Orhan'a bağlıyor; ağabeyinin umursamaz hareketlerinden artık katı bir şekilde tiksiniyordu. Bir müddet konuşmadılar. Bu süre zarfında Orhan kayıplardaydı, nadiren eve uğruyor ve bir türlü aidiyet duygusunu hissedemediği evdeki değişiklikleri gözlemleyip kahroluyordu.


Bir sonbahar sabahı Veysel, her zamanki rutinine sadık kalarak, bir şeyler atıştırdı ve yollara düştü. Enerjisini yitirmiş, karanlık bir gezegene dönüşmüştü. Gözlerindeki ışıktan eser yoktu. Ancak tam bu sırada beklenmedik bir şey oldu. Orhan yokuşun en aşağısında belirdi ve bir penguen gibi koşarak kardeşinin yanına geldi. Veysel şaşkınlığını gizleyemedi; gözlerinde uzunca bir süredir hissedemediği bir canlanma, yüreğinde ise elektriklenme yaşadı. Orhan, "Bugün ben de varım. Tamam mı?" dedi. 


Veysel gözlerini kaçırdı, onunla ilgilenmiyormuş gibi yaptı. Orhan bu kez yüksek bir tonla "Veysel" diye seslendi kendisini görmezden gelen kardeşine.


"Olur, gel ama erken dönmek yok." diye tembihledi Veysel. 


Orhan ve Veysel tüm gün konuşmadan kağıt topladılar. Güneş de kavurucu değildi. Halihazırda Veysel eskisi gibi parklarda uzanıp hayal de kurmuyordu; bırakmıştı bir süre önce. Benliğini kaybetmiş ve sıradanlanmıştı. Orhan tüm gün boyunca küçük kardeşini kıskandırırcasına çalıştı. Veysel ne kadar çok istese de övmedi ağabeyini. Aslında dinlenmedikleri için Veysel bitkin düşmüş, ağabeyi dinlenmek istesin diye can atar hale gelmişti. Her halükarda yakında dinlenecekti, zira güneş yatay pozisyonuna geçmek üzereydi.


Otoyol kenarındaki yeşil alanı işaret eden Orhan "Şurada biraz oturalım mı?" diye sordu. Veysel başını sallayarak onayladı. Güneş iyice kaybolmuş, gökyüzü turuncu bir renk almıştı. Orhan cebinden sigara paketini çıkarttı; bir tane yaktı. Hem Orhan hem Veysel bir türlü ilerlemeyen trafiği izlemeye koyuldular. Hareket etmekten aciz gözüken bu arabaların içindeki insanların  çaresizliği güzelim manzarayı daraltıyordu. Bu sırada bir motosikletli, araba yığınını sağlı sollu yarıp hızlıca yoluna devam etti. Veysel hayranlıkla bunu seyrederken Orhan elini Veysel'in omzuna attı. "Veysel," dedi. Akan gözyaşlarını sildi ve şöyle devam etti:


"Ben annemi çok özlüyorum."


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kırmızı Leğen

Kırmızı Sepet

Topal İhtiyar