Hayat Treni

Tıkırtılar… Tıngır mıngır… Kafam bir sağa bir sola yuvarlanır bir şekilde uyandım. Karanlık mı karanlık bir odada, bir beşik gibi sallanan bu ranzada , hiç gereği yokken burada uyanmama bir anlam getiremedim. Karşımdaki dikdörtgen camdan içeri süzülen görüntülerde ilgi çekici en ufak bir detay yakalayamadım. Yılın belli günlerinde görülen ve binlerce kilometre uzakta olduğu su götürmez bir gerçek olan bir yıldızın dünyadan görülen sönük ışıklarına benzeyen minik parıltılardan başka bir şey göremedim bu karanlık camda. Uzaktan gördüğüm ışıklar yine de gönlüme bir nebze su serpmeyi başardı.
Burada ne yaptığımı bilmiyorum. Her geçen saniye karanlığa alışan gözlerim etraftaki objeleri daha net bir şekilde çözümlemeye başladı. Adaptasyonun bir gereği olarak gördüğüm bu durumun getirdiği avantajlar neticesinde üstümdeki üniformayı görebildim. Üniformayı, camdaki ay yıldız amblemi, çaprazımdaki kapıyı ve ranzanın merdivenlerini…
Yavaşça doğrularak yerimden kalktım. Şüphesiz ki, bir yabancı olarak etrafımı kolaçan etmem ve kendimi ait hissetmediğim bu alanı zamanla sahiplenmem gerekiyordu. Ranzanın üst tarafında birinin yatıp yatmadığını kontrol ederek işe başladım. Tıngır mıngır sesleri durmak bilmiyor, içinde bulunduğum oda sanki her saniye depremle yüzleşiyormuş gibi sallanıyordu. Ranza boştu. Bu minik odada yapayalnızdım. Sadece ben ve etrafımı çevreleyen duvarlar vardı. Kafamı kaldırıp önce tavana, akabinde beni çevreleyen hudutlara göz gezdirdim. “Yapabileceklerim bunlarla mı sınırlı…” diye iç geçirdim. Kapının soğuk mu soğuk beyaz renge bürünmüş ve ucuna şapka asılmış koluyla bakıştık. Ardında vadettiklerini ölesiye merak ediyordum ancak diğer yandan da durmak bilmeden farklı frekanslarda titreyen bu tuhaf şeyin karşıma çıkarabilecekleri nedeniyle istemsizce korkuyordum.
Usulca birkaç adım attım, kapının koluna takılmış olan şapkayı, neden bilmiyorum, kafama geçirdim ve soğuk kapıyı otuz derece aralayıp yavaşça ardına süzüldüm. Geniş ve upuzun bir koridor çıktı karşıma. Hatta öyle ki sonunu tuhaf bir şekilde seçemiyor; ileriki kısımları gözüm algılayamıyordu. Üstünde “B” yazan kapı çıktığım kapıdan başkası değildi. Bu kapı koridorun bitişine veyahut başka bir ifadeyle başlangıcına tekabül ediyor; koridorun sağlarına sollarına ise farklı kapılar sıralanmış bir şekilde ilerliyordu. Kapıların aralarında ise pencereler ve dışarı açılan bölmeler yer alıyordu.
1, 2, 3, 4… Üstünde numaraları yazılı bu kapılarda, tıpkı gemilerdekine benzer bir şekilde yuvarlak bir pencere yer alıyordu. 1 no’lu kapının penceresine yavaşça yanaştım. Cennetin zihinlerde rol aldığı parlaklığa yakın bir parlaklıkta, karlarla kaplanmış yüce bir dağın gözleri kör edici ışıltısına benzer bir ışıltıda ama pencereden vuran karanlığın tüm bu beyazlığa gölge düşürdüğü bir odanın içerisinde, kucağında çocuğuyla gülümseyen bir anneden ve yüzlerini göremediğim birkaç insandan başka bir şey göremedim. Kapıyı her ne kadar zorlasam da içeri giremedim; kapı kolunun çıkardığı seslere kayıtsız kalan bu insanların içinden çıkan hemşireye benzeyen genç bir kadın hızlıca bana yaklaştı. Korkudan titriyor; hemşirenin yüzündeki kızgın ifadeden ötürü derin bir endişe duyuyordum.
Genç kadını izlemeye devam ettim. Elimi kapının kolundan çekmiş; ilgisizmiş gibi davranmaya başlamıştım. Hemşire kapıyı açtı, klişevari bir şekilde sus işareti yaptı. Bu hareketinden sonra içimi derin bir rahatlama duygusu kapladı; hemşire 1 no’lu odanın yanındaki çıkıntıdan devam edip görüş alanımı terk etti. 1’no’lu odayı kısa mı kısa bir şekilde süzdükten sonra hemşirenin arkasından koştum.
Arkasından geldiğimi gören kadın, bana döndü, sıcak bir gülümseme ile beni selamladı, önündeki pencereden kendisini aşağıya bıraktı ve karanlıklar içinde yok oldu.
“Aman Allah’ım!” diye haykırdım. “Neden bunu yapmıştı, neden, neden, neden?!” diye söylendim. Kaybolduğu pencerenin yanına gidip olanı biteni çözmeye gayret ettim. Durmak bilmeyen bir trendeydim. Bilinmezlikler içerisinde bir yılan gibi yol alan, bazen bir tepeyı hassas bir şekilde tırmanan, bazense bir tepeden aşağılara doğru usulca süzülen bir trende.
Yaşadıklarıma bir anlam getiremiyordum. Koridora geri döndüm. 1 no’lu odanın içindeki manzara sanki tekrar ve tekrar oynayan bir tape idi. Ya da ben farklılıkları algılamakta zorlanıyordum. 6 no’lu odadan çıkan birini gördüm. Kim olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu bu yaşlı adamın.
Bol kumaş pantolon, eski püskü bir ceket, ilgi çekici bir köstekli saat… Bu sakallı yaşlı adamı durdurma cesaretini gösterdim.
“Bakar mısınız?!” diye seslendim, “Bu tren nereye gidiyor?”
Kafası yeri izler bir şekilde ilerlemekte olan yaşlı adam, acımtrak bir şekilde gülümsedi. Sakallarının içinde kamufle olan gamzeleri kendilerini belli etmekten geri durmadı; gözleri parladı.
Yaşlı ses tellerinin büyük bir çaba sarf ederek konuştuğuna, kulaklarıma erişen her hertz aralığında, bir nebze daha ikna oldum.
“Bu senin trenin. Sen nereye sürüklersen oraya gidecek, evlat.” dedi.
Söylediklerini hazmetmeye gayret ederken yaşlı adam, tıpkı hemşire gibi, kendisini bu trenden kurtaracak hamleyi yaptı ve karanlıkta yok oldu.
Benliğim bu duruma adapte olmuş olacak ki, yaşlı adamın kendisini sonsuz karanlığına bırakmasına pek şaşırmadım. Arkasından bakakalmış bir vaziyette karanlığı izliyor ve trenin sarsılmasından ötürü sağa ve sola doğru istemsizce sallanıyordum.
Koridora geri döndüm. Tuhaf bir şekilde koridordaki insan sayısı artmış, beni görmezden gelen bu insan topluluğu birbirlerine bakmadan kapılardan çıkıp, pencerelere emin adımlarla ilerliyorlardı. Bazıları ise bir kapıdan çıkıyor, başka bir kapıya giriyordu.
“Galiba kafayı yiyorum!” diye söylendim.
Tekerlekli sandalyesinden ötürü fazlasıyla dikkat çeken yaşlı bir adamın 12 no’lu kapıdan çıktığına şahit oldum. Koşarak yaşlı adamın yanına geldim. Tank adamın yaptığı gibi, önüne dikiliyor, ona geçit vermiyordum. Önce sağa, sonra sola hamle yapan biçare adamın gözleri farklı yönlere bakıyor, bir tutam saç dahi kalmayan ve belirli yerlerde kraterimsi bölgeler oluşmuş kel kafasından terler boşanıyordu. 
Vazgeçti. Çabalamayı kesti. Kafasını kaldırdı ve bana baktı anlamsız gözlerle. Bu adamı kesinlikle tanıyordum. Ama hatırlayamıyordum. Çıldırmak üzereydim; en iyi fikrin bunu yaşlı adama soru sormak olduğuna kanaat getirdim.
“Affedersiniz, siz kimsiniz?” dedim yaşlı adama.
“Hepimiz birer yalnız çocuğuz. Minik bedenlere hapsedilen, yalnız geldiğimiz bu acımasız dünyada zoraki bir şekilde büyüyen ve aynı zamanda içimizdeki çocuktan hiçbir zaman kurtulamayan yalnız ruhlarız.” diye yanıt verdi.
Bitap görüntüsü ve sesi zıt özellikler taşıyor; sesi, yüce bir dağın eteklerinden kopup tüm ovada yankılanan bir gürültüyü andırıyordu. Öyle ki, trenin yarattığı ses kirliliğinde dahi hitap şekli, beni gerçekten büyülemeyi başarmıştı.
Yaşlı adamın söylediklerinden sonra kim olduğunu çıkarmak benim için güç olmadı. Kendisi Kemalettin Tuğcu’dan başkası değildi.
Kemalettin Tuğcu’ya baktığım sırada muzur bir çocuk bana çarptı, haylaz bir bakış attı ve en yakındaki boşluğa döndü, arkasından gitmedim ama küçük çocuğun da kendisini karanlığa bıraktığına adım gibi emindim. Bu sahneyi izlediğimi gören Kemalettin Tuğcu, hiçbir şey demeden yanımdan ayrıldı, küçük çocuğun izlediği yolu izledi ve gözden kayboldu.
12 no’lu kapının penceresinden içeri baktım. Yeşil bir apartmanın hemen önünde yer alan nakliye kamyonunu görür görmez şiddetli bir şekilde irkildim. Sözünü ettiğim manzara kesinlikle tanıdıktı. Bu sırada 12 no’lu kapıdan çıkan göbekli bir adam, zar zor taşıyabildiği komodiniyle, beni hiç umursamadan yanımdan geçti.
Koridordaki kalabalık her geçen dakika artıyor, bu can sıkıcı insan selinde, yüzleri seçmek imkansız bir hal alıyordu. Korkma eyleminden bir hayli uzaklaşmış, meraklı bir çocuk gibi her şeyi sorgulamaktan geri duramaz bir hale evrilmiştim.
Geniş koridor adeta bir sirke dönüşmüştü. Kafamı sağa ve sola çevirdiğimde farklı tiplerde, farklı zamanlardan gelmiş insanlar; hatta ve hatta çizgi film karakterleri dahi görebiliyordum.
Koşarak başladığım noktaya geri dönmeye karar verdim. Kalabalıktan oldum olası nefret eden bir yapım vardı. Neden bilmiyorum, sanki geldiğim mesafeden çok daha fazlasını koşarak “B” yazılı kapıya erişebilmiştim. Başlangıçta oldukça sessiz olan koridorun bu bölümü bile oldukça kalabalıktı ve yorucu gürültülere ev sahipliği yapar olmuştu. “B” yazılı kapının kolunu nazikçe açtım ve içeri girdim.
“Oh…” diye mırıldandım. Huzur işte tam olarak buydu. Trenin tıngır mıngır sesleri dışında hiçbir şey duymuyor; karanlık odada huzura ait her bir kırıntı içerisinde bünyemi rahatlatıyordum. Kafamdaki şapkayı aldığım yere, yani kapının koluna astım. Uyandığım yere geri yattım ve yaşadığım tuhaflıkları bir potada eritip her şeyi en baştan düşünmeye koyuldum.
Odalar, insanlar, gariplikler… Bu tren nereye gidiyordu? Yaşlı adam birtakım ipuçları vermişti; ona inanmalı mıydım? Sahiden ben mi belirliyordum bu trenin nereye gideceğini? Peki öyleyse, nasıl kontrol edecektim? Bilmiyorum, hiçbir şey bilmiyorum. Çıldırmak üzereyim; ne yapacağımı bilmiyorum. Koridorda yaşadığım insanlarla dolu yalnızlığımı göğüsleyerek bir çözüm getirebilecek kudrette olduğumu düşünüyor muyum? Onu da bilmiyorum. Her ne kadar kabul etmekte zorlansam da, bildiğim tek şey, burada böylece yatmanın bana bir çözüm getirmeyeceği gerçeğiydi. Yine de bir müddet daha bu huzur dolu karanlık odada yatmayı sürdürecektim.
“B” isimli odamdaki yatağımdan kalktım. Oda gerçekten çok ufaktı. Birkaç adım ötedeki pencereye kafamı dayayarak dışarıda ne olup bittiğine baktım. Uyandığım ilk anda gördüğüm ışıklar veyahut benzerleri hala daha oradaydılar; lakin ışık yoğunluğu eskisine nazaran daha az görünüyordu. Bu durumdan ne çıkarmam gerektiğini doğrusu çözemedim. Bunaltıcı karanlığın içinde oldukça minik de olsa birtakım ışık kümesi görmek beni olumlu bir yönde etkiledi.
Şapkayı kafama geçirir geçirmez kapıyı sonuna kadar açıp dışarı çıktım. İlk başlarda 1 no’lu odanın etrafında kimse yokken, şu anda birkaç kişiyi görmek mümkündü. Yine de 12 no’lu odanın çevresiyle karşılaştırıldığında burada in cin top oynuyor denilebilirdi.
2 no’lu odanın yuvarlak penceresinden içeri göz attım. Beyazlara sarılmış tatlı bir bebek, halının üstünde çaresizce yatıyor. Etrafındaki kadınlar da ona bakarak gülümsüyorlardı. Odadan birinin çıkmasını beklerken koşarak bana doğru gelen bir şey dikkatimi çekti. Gelen şey basbaya bir tavşandı. Hatta Bugs Bunny idi.
Tüylerim diken diken olmuş, bana doğru koşan Bugs Bunny’i görmemle bütün gerçeklik algım darmaduman bir hale gelmişti.
“Hareketlen, canım” dedi Bugs.
“Anlayamıyorum, hiçbir şeyi çözemiyorum.” dedim sessizce.
“İlerleme vakti!” diye haykırdı ve koşarak uzaklaştı bu sizce muhtemelen sevimli ama hakikatte bir hayli ürpertici olan tavşan.
Bugs’ın 9-10 no’lu kapıların yanındaki çıkışı kullanarak trenden ayrıldığına neredeyse emindim. O yöne doğru gitmeye karar verdim. İşin üzücü tarafı, ilk deneyimimde bu noktalardan geçerken ortam oldukça rahat iken, şimdilerde kalabalık artmış; ilerlemek neredeyse imkansız olmuştu.
Süt dişleri yeni dökülmüş çocuk iticiliğini buram buram taşıyan bir çocukla karşılaştım 8 no’lu kapının az ilerisinde. Ne yazık ki, tıpkı Kemalettin Tuğcu’da olduğu gibi, bu çocuğu da tanıyordum. Kendisinden pek fazla haz etmediğimi de gayet iyi hatırlıyordum.
“Neden benimle atlamıyorsun?” dedi sinsice.
Ona aldırış etmeden yürümeye devam ettim.
Acayip mahluklar, süper kahramanlar, Teletabiler… 8 no’lu kapının etrafı cümbüştü sanki. Hızlıca oradan çıkmaya gayret gösterdim. Neyse ki, tuhaf yaratıkların varlığı, ileriki kapıların çevresinde görülmüyordu.
İlerlemeyi sürdürdüm. Dünyanın en büyük terminalinde gibiydim. Herkes bir yerlere yürüyor; herkes bir yerlere yetişmeye çalışıyor; ben hariç, herkesin bir hedefi varmış gibi görünüyordu. Sadece ilerlemeye gayret ediyor ama bunu ne için yaptığımı bilmiyordum.
14 no’lu kapının penceresinden korkarak içeri baktım. Tahta sıraların bulunduğu bir sınıf, heyecanlı öğrenciler ve sarı-beyaz duvarlar gördüm. En köşede oturan gürbüz çocuğu görünce gayriihtiyari kafamı pencereden uzaklaştırdım. Kendimi görüyordum, daha doğrusu 14 yaşındaki halimi! Tekrar pencereye uzandım ve durumu teyit ettim.
Pencereden baktığım sırada en öndeki sırada oturan esmer kız, beni dehşete düşürerek bakışlarını bana yoğunlaştırdı. Sonrasında ise tüm sınıf… Beni gördüklerine emindim. Hemen oradan uzaklaştım.
Yaşlı adam haklıydı. Trene yön verecek kişi benden başkası olamazdı; zira tren, benim hayatımdan kesitler taşıyan odalarda, tanıdığım veya bir şekilde hayatımdan geçmiş insanlara ev sahipliği yapıyordu.
Korkutucuydu; buradan nasıl kurtulacağımı bilmiyordum, bana yardım edecek birilerini bulmam gerekiyordu, fakat ben, kiminle nasıl iletişim kuracağımdan emin olamıyordum. Buradaki herkes, enteresan bir ruh haline bürünmüş bir şekilde hareket ediyor, korkutucu bir görüntü çiziyorlardı.
“Galiba kafayı yiyorum” dedim kendi kendime. Etrafta bir zombi gibi gezinen bu yaratıklar, akıl sağlığımı mahvediyor; bilincimle alay edercesine yavaşça yürüyüp pencerelerden kendilerini aşağı bırakmaları, onlara katılmam yönünde beni motive ediyordu.
“”B” yazılı odaya koşarak uyumayı o kadar çok istiyordum ki… Lakin beni durduran içgüdüsel şeyler, kalbimden vücudumun çeşitli uzuvlarına hatrı sayılır bir basınçta pompalanıyor ve ben, bunun sayesinde geri adım atmaktan vazgeçiyordum.
Geldiğim yönün tam aksine ilerlemeyi sürdürdüm. Aman Allah’ım! Sonunda en uçtaki kapıyı görebiliyordum. Koşarak ilerlemeye başladım, adımlarımın çıkardığı sesi, trenin gürültüsüne rağmen duyabiliyor; etrafta dolanan insanlara ise hiç mi hiç aldırış etmiyordum.
Hızımı kesen şey 21 no’lu kapının içinden çıkan genç bir kadın oldu. Beyaz tenli, gri mavi karışımı dikkat çekici gözlere sahip, mor saçlı bu kadını seyrettim bir süre. Arkasından dik dik baktım istemsizce görüş açımdan kayboluncaya kadar…
İlerlemeye devam ettim; nihayet koridorun sonu tam anlamıyla görünür hale gelmişti. Kapıyla aramda yalnızca birkaç metre ve birkaç insan vardı. Tanıdığım simalara aldırış dahi etmeden kapının dibine kadar geldim. Bana bakanları göz ardı ederek kapının penceresinden içeriyi süzdüm. Bu sırada kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyor, terler şakaklarıma doğru sağanak bir yağmur edasıyla yuvarlanıyordu.
“Benimle pencereden atlamak istemez misin?” diye bir ses duydum. Arkamdan gelen bu ses, gayet tiz bir sese sahip bir kadına ait olmalıydı. Kafamı çevirme gafletinde bulundum; karşımdaki bal gözlü kadın, benim için oldukça tanıdık, sizler için ise sıradan bir kişiden farksızdı.
“Benimle pencereden atlamak istemez misin dedim!” diye yükseldi sesi bu kez. Küt saçları, buğday teni, yuvarlak suratı aynı frekansta sallanırcasına bir amaç için çaba harcıyordu; bu su götürmez bir gerçekti. Beni, pencereden atlatmak için elinden geleni ardına koymayacaktı. Bunu anlamam güç olmadı.
“Teşekkürler, yine çok kibarsınız.” dedim tanımıyormuş havası vererek.
Genç kadını arkamda bırakıp önümdeki kapıya odaklandım, pencerenin içinden bakmaya çalıştım; tuhaf ama bir dükkana benziyordu; hatta bir berber dükkanına!
Arkama son kez döndüm, bal gözlü kadının gözden kaybolduğunu fark ettim. Kapıya yönelip elimi kapının soğuk mu soğuk koluna değdirdim. Soğukluğu ile irkilmeme rağmen geri adım atmadım ve kapı kolunu, mekanizmasının izin verdiği ölçüde, aşağı indirdim. Kapıyı yavaşça araladım.
Alenen bir berber dükkanıydı burası! Bekleyen müşteriler için iki adet koltuk, aynalar ve berber koltukları…
“Merhaba.” dedim içeridekilere.
Saçları jöle ile arkaya yatırılmış olan kaba sakallı bir berber, alnı epeyce açık, neredeyse yarı kel diye tabir edebileceğimiz bir adamı traş ediyor; bekleme koltuğunda ise elmacık kemikleri epeyce çıkık, alnı traş olan adamınki gibi açık ama yana taranmış saçları nedeniyle kelliği dikkatli bakılmadıkça çok belli olmayan, gür sakallı, düzgün burunlu ve sert bakışlı biri gazetelere göz atıyordu.
“Neden atlamadın?” diye seslendi traş olan adam. “Bu kurguda ben olsaydım çoktan atlamıştım.”
“Anlayamadım, beyefendi.” diye yanıt verebildim. Geniş beyaz yakalarıyla dikkat çeken adama gömleğinin verdiği asalate istinaden “beyefendi” deme nezaketini gösterdiğim için kendimden kısa süre de olsa tiksindim. Oysaki bu ukala herif, saygıya dair en ufak emare göstermeyen bir soru ile giriş yapmış, “Merhaba” şeklindeki girişimi hiç mi hiç umursamamıştı.
“Diyorum ki, neden atlamadın?” diye seslendi bu kez.
Ses dalgaları beynimde tekrar ve tekrar dönerken, ukala herif berbere dönüp “Türk işte. Zor anlıyor.” diyerek tiksindirici bir kahkaha patlattı. Üslubu muhakkak ki aşağılayıcıydı.
Ukala adamın tam arkasına geçip aynada ilk önce kendime, sonrasında ona baktım. Tenim güneş yanığı olmuşçasına kızarmış, gözlerimin altı tüm geceyi uykusuz geçirmişçesine morarmıştı. Berbat görünüyor; acınası bir portre çiziyordum.
Ayna vasıtasıyla ukala adamla göz göze geldik. Bu adamın kim olduğuna dair bir fikir edinmem biraz uzun sürmüştü ama sonuç olarak fiziksel görüntüsünü ve egosunu bir potada erittiğimde aklıma gelen kişinin ta kendisi olduğu konusunda yanılmadığıma neredeyse emindim.
“Zor anlıyor olabilirim,” dedim yüksek bir sesle. “Ancak bunu yargılayacak olan kişi kesinlikle siz değilsiniz, bayım. Siz ki nesiller boyu insanlar tarafından saygı gören eserlerin yaratıcısı, büyük şair ve yazar Shakespeare’siniz, buna rağmen kadın rollerinin erkek oyuncular tarafından oynanmasını içten içe yadırgasınız da ve kadınların tüm doğallığı ve zarafetiyle o sahnelerde boy göstermesini isteseniz de, çok sevdiğiniz ve ilgileriyle her dakika şiştiğiniz  bağnaz hayranlarınız tarafından eleştirilmemek uğruna bu konuda hiçbir adım atamamış bir korkaksınız!”
Shakespeare ne olduğunu şaşırmış bir görüntü çiziyordu. Basitçe ezemeyeceği biri olduğumu gösterebildiğim için kendimle gurur duydum.
“Üzülerek söylüyorum ki bayım, aslında sizin ölümünüzden sadece 44 sene sonra, 2.Charles döneminde, o çok övündüğünüz halkınızın daha sonra “Restorasyon” şeklinde niteleyeceği devirde, Anne Marshall isimli bir kadın, 1660 yılında sizin yazdığınız Othello eserindeki Desdemona karakterini oynayarak bunu başardı. Aslında üzülmeyin, siz de bunun bir parçasısınız. Yine de bunu görememiş olmanız bir hayli yıkıcı olmalı!”
Cümlemi bitirir bitirmez bekleme koltuğundaki sakallı adamı izlemeye koyuldum. Sakallarını ovuşturuyor, belli etmemeye çalışarak beni izliyor, ara sıra ise gazetesini yokluyordu. Onu da tanıdım elbet. Burası bir tren değildi de, sanki bir akıl hastanesiydi! Bu karakterler ise onlara çizdiğim rollerin beynimdeki yansıması gibiydiler.
“Shakespeare’e fazla yükleniyorsun.” dedi  Dostoyevski. “Shakespeare diye bir adamdan söz edeceklerdir size. “Görüyor musun?” diyeceklerdir, “Edebiyatın Shakespeare’i var”… Shakespeare de saçmadır, hem de saçmalığın daniskası!” şeklinde çıkışmıştı bir zamanlar bir kahraman, eminim ki hatırlıyorsundur!”
“Hatırlıyorum.” dedim usulca.
“İşte bu bir yazarın, kendisinden önce gelen bir yazara duyduğu saygıdan, çaktığı selamdan başka bir şey değildi esasında. Bir yazar, başka bir yazardan her daim nefret eder. Eğer bir yazar harika bir şey yazarsa ondan nefret ederim; çünkü onu kıskanırım. Diğer taraftan, eğer bir yazar kötü bir şey ortaya çıkarırsa ondan yine nefret ederim, zira kötü bir şey okumaya gönlüm el vermez.”
Gözlerimi büyülenmiş bir vaziyette Dostoyevski’ye dikiyor, sakallarının arasından ara sıra görünen ağzından dökülen kelimelerin havada süzülüşünü takip ediyordum.
“Shakespeare’e fazla yükleniyorsun.” dedi tekrardan.
“Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum.” dedim Dostoyevski’nin gür sakalına bakarak. Gözlerim Dosto’nun sakallarında kayboluyor; yer yer beyaz, yer yer kızıl ve yer yer kahverengi sakallarının yarattığı gizem sayesinde, içinde olduğum durumu detaylıca düşünüyordum.
Dostoyevski hiçbir şey söylemedi; sağ eliyle berber koltuğunun önünde bulunan lavabonun yanındaki anahtarı gösteriyordu. O anahtar daha önce hiç dikkatimi çekmemişti doğrusu. Hatta buraya ilk geldiğimde orada olmadığına neredeyse emindim; ama bunun için iddiaya girecek özgüvene sahip değildim, çünkü bu trende başından beri tuhaf şeyler dönüyordu.
Acele ederek anahtarı aldım ve “Bununla neyi açacağım?” diye sordum.
“Her şeyi de benden bekliyorsun; biraz düşünmeyi dene, genç adam,” dedi Dostoyevski.
Dudaklarını büzdüğünü görebiliyor; gözlerine düşen hayal kırıklığını net bir şekilde hissedebiliyordum.
“Düşünmek sana iyi gelecek. Emin ol.”
Boş bakışlarla Dostoyevski’yi süzerken, az önce hunharca saldırma gafletinde bulunduğum Shakespeare’den çaresizce bir yardım bekliyor, bakışlarımı ara sıra berbere dikip onun bile bir ipucu verme ihtimalini hesaplamaya çalışıyordum.
Dostoyevski zekiydi; durumu anında çözmüştü.
“25 no’lu oda.” dedi sıkılmış bir edayla.
Teşekkürlerimin yanı sıra bir kuple de gülücük takdim ederek bu ilginç mekandan ayrıldım. Yeniden koridordaydım. Çıktığım kapıdan içeri baktım, sanki her şey en başa dönmüştü; Shakespeare berber koltuğunda oturuyor, Dostoyevski gazetesine bakıyordu. Onları orada öylece bırakmak galiba en doğrusuydu ve 25 no’lu oda çok uzak olmamalıydı.
Geriye doğru yürümeye başladım. Tanıdık simalar karşıma çıkıyor, anlam veremediğim bir şekilde üzgün bir tavır takınıyorlardı. 25 no’lu odanın önüne gelmem fazla uzun sürmedi. 1 no’lu odadan yayılan ışıkların bir benzeri bu odanın yuvarlak penceresinden yayılıyor ve gözlerim kamaşıyordu. İçeri baktım; hiçbir görünmüyor, kör edici beyazlığa tahammül edilmiyordu. Vazgeçtim. Önce sağıma, sonrasında soluma baktım. Koridor bomboştu. Şaşırtıcı idi; etrafta kimsecikler yoktu. Dostoyevski’nin gösterdiği anahtarı uzunca izledim. Kapının kolunu sol elimle sıkıca kavradım, bu sırada sağ elimdeki anahtarı deliğe usulca soktum…
Uyandım. Kar kütlelerinden gözüme yansıyan parlak ışıklar nedeniyle gözümü açar açmaz müthiş bir ağrı hissettim. Sesler ise tıngır mıngır…
“Anne bana bak!” diye bağırarak yanımdan geçti muzur ifadeli bir çocuk. Karşımda oturan sakallı yaşlı adam, “İyi uyudun.” dedi gülümseyerek. İzin isteyerek yanından ayrıldım. Kompartımanların bulunduğu koridorda ilerlerken odacıkların içlerini süzdüm, işte orada mor saçlı bir kız, az ötede ise engelli kel adam…
“Bir şey mi istiyorsun evladım?” dedi beni gören bıyıklı kısa boylu kondüktör.
“Neredeyiz?” diyebildim dilim döndüğünce. Bu sırada şapkasına bakıyor, şapkanın dikişlerini inceliyordum.
“Erzincan’da olacağız birkaç saate.” dedi.
Kondüktörü geride bırakıp en yakın pencereden dışarıyı izlemeye koyuldum. Karlar, uçsuz bucaksız toprakları kucaklamış; dolayısıyla görünmez kılmıştı. Sarıp sarmalayan bir sevgiliden farksızdı ve aynı zamanda onu verimsizleştiren…
Kuş uçmaz kervan geçmez bir dağın tepesinde bir hane gördüm. Çok uzaktaydı; dumanı tütüyor ve yaşam belirtisi taşıyordu. Uzaklarda görülen bir yıldız gibi, her halükarda, umut veriyordu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kırmızı Leğen

Kırmızı Sepet

Topal İhtiyar