Beşiktaş’tan Kadıköy’e

Sisli bir İstanbul sabahında Barbaros Hayrettin Paşa’ya selam vererek ilerliyorum iskeleye. Paşa heybetli, mağrur duruşuyla beni selamlıyor. “Paşam sen çok yaşa!” diye haykırmamak için kendimi zor tutuyorum. Bir zamanlar nice denizler, nice topraklar fethetmiş bu yüce insan az ötede yatıyor, heykeli de “Buradayım hala!” diye bağırıyor. Barbaros Hayrettin Paşa ıslanıyor; neyse ki sever ıslaklığı, suyu, denizi… İşte hepsiyle bir oluyor bizzat heykeli ve belki de türbesi.
Yağmurun gümbür gümbür yağdığını söylemek güç. Ahmak ıslatan bu. O ahmak da galiba benim. Zira ıslanacağımı hesaplayamadım. “Ziyanı yok.” diyorum kendi kendime. Neyse ki suyu sever, hayatın temelini oluşturan bu kutsal yapı taşına her daim saygımı gösteririm. Beşiktaş’tan Kadıköy’e doğru gerçekleşecek olan yolculuğum işte böyle başlıyor: sisli, ıslak ve mağrur.
Barbaros Hayrettin Paşa’nın yanından geçeli biraz oldu ama paşa hala aklımda. Bir yandan iskeleye ilerliyorum, diğer taraftan ise Kız Kulesi’ni inceliyorum. Boğazın en güzel yerine otel dikenleri ise kalaylamaktan geri kalmıyorum. Yağmurun bile durduramadığı ısrarlı satıcılar, her zamanki gibi iş başında. Huzur kaçırmak için yaratılmışlar adeta diye düşünüyorum. Yanımda herhangi bir kadın olmadığına şükrediyorum. “Yanımda bir kadın olsaydı feci bir şekilde bana sarardı bu zırtapozlar!” şeklinde söyleniyorum. Fakat birkaç saniye sonra yalnızlığın herhangi bir şükredilecek tarafı olmadığına kanaat getiriyorum. İlerlemeyi sürdürüyorum yavaş ve yalnız bir şekilde.
İnce yağmurun güzelliklerinde derin yaralar bıraktığına inanan alımlı kadınların hızlı hareketlerini sessiz bir şekilde seyrediyorum. Kollarımı iskelenin hemen yanındaki demir korkuluklara dayayıp karşı kıyılara bakıyorum. Sis birkaç dakikada gücünü arttırmış, Kız Kulesi iyice kaybolur bir hale geldi sanki. Vapurun ise uzaklardan bana doğru geldiğini görüyorum tüm bu gri filtreye rağmen. Etrafı kolaçan ediyorum, bir sürü farklı insan görüyorum. Benim gibi küçük bir yerde doğan ve büyüyen herkes için İstanbul’un en sıradışı özelliği olan şeyi yeniden keşfediyorum: farklı farklı insanlar, çeşit çeşit hayatlar… En kötüsünden, en iyisine. “Her gün birbirlerine dokunan bu insanlar, sosyal ve ekonomik anlamda nasıl bu kadar farklı hayatlar yaşayabiliyorlar?” diye sormaktan geri duramıyorum. Az ötedeki tarihi toplardan birini koltuk edinmiş tinerciyi görünce hayatın adil olmadığını düşünüp vapuru ve onu önder edinmiş martıları izlemeye koyuluyorum.
“Martılar! İstanbul Boğazı’nın gerçek sahipleri! Bu olağanüstü varlıklar, vapur seven herkesin şüphesiz ki hayranlıkla izlediği ve ara sıra yer değiştirmek istediği canlılar… Ben de bir martı olmak isterdim, gerçi kim martı olmak istemez ki? Bu hayatta herkes martı olmak ister, martılar güzeldir çünkü. Karabatak olmayı istemek zordur. Zoru sevmez insanlar. Karabatak emekçidir, denizden ve karadan ekmeğini çıkarmak için çabalar durur; martılar ise simite talim eder, hazırı sever. Ama martılar çok güzel be! Vapurun peşinde uçarken girdikleri o şapşal vaziyetler izlemeye değer. Güzellik her şey mi bu hayatta!? Ama çok güzeller, n’apıyım!”
Aklımdan geçen düşünceleri içimde bir bir sıralarken, yanıma yaklaşan tinerci sayesinde, yaşadığım gelgitler bir anda yerini hareketsizliğe bırakıyor.
“Abi beş liran var mı?” diyor parçalı bulutlu genç adam.
Herhalde zam gelmiş olmalı diye düşünüyorum. Eskiden bir lira isterlerdi, artık beş istiyorlar. Hayat gerçekten çok pahalı olmuş, ayakta kalmak güçleşmiş… Neyse ki her zamanki gibi boynumu büküp, paspal kıyafetlerimin getirdiği avantajları tüm ofansif oyuncularını sahaya süren bir teknik adam gibi kullanarak “Yok kardeşim, bende de yok.” diyorum. İkna olan tinerci, benden uzaklaşarak başka hedeflere doğru ilerliyor.
İskelenin beyaz ahşap yapısı sis ile birlikte müthiş bir ahenk oluşturuyor. İşe giden insanların çoktan işlerine gitmiş olmalarından ötürü iskele bir hayli mahzun ve yalnız görünüyor. Tıpkı benim gibi. Kapalı hava, yağmur ve soluk İstanbul sabahı, işleri olmayan insanları, evlerine hapsetmiş gibi görünüyor. Zira güneşli günlerde Beşiktaş sahilini ve iskelenin etrafını boş görmek mümkün olmuyor.
Vapur kıvraklıktan pek uzak manevralar yaparak iskeleye yanaşıyor. Gözlüklerimin camlarında yer eden yağmur tanelerini silmek üzere gözlüğümü çıkarıyor ve mendilimle gözlüğümü siliyorum. Bu sırada bana bakıp gülümseyen bir adam görüyorum, ama miyop olan gözlerim nedeniyle seçemiyorum. Birkaç saniye sonra adamın derdini anlıyorum, Kadıköy’deki bir adresi soruyor adam. “Ne yazık ki bilmiyorum.” diyorum aslında bir fikrim olmasına rağmen. Adama verdiğim yanıt, buhranlı havanın içime serpiştirdiği kırıntıların sözcüklere bezenmiş hali oluyor. Bu sırada Barbaros Hayrettin Paşa’nın “Soran dağ aşmıştır, sormayan yabanda kalmıştır.” sözü aklıma geliyor. Gülümsüyorum. Yanımdan ayrılıp bir başkasına soruyor ve dünyamdaki değeri yok oluyor. “O, benim için aslında hiç var olmadı ve bir daha da hiç olmayacak. Dünyamdaki değeri tam olarak bu: bir hiç. Hayat ne tuhaf.” diyorum. Bu sırada vapur binilmeye hazır hale geliyor.
Camlarını güzelce temizledikten sonra gözlüklerimi yerlerine, yani burnumun en üstüne yerleştiriyorum. Az önceki sisin, havadan ziyade, gözlük camlarımı mesken tutan yağmur taneciklerinin buharlaşmasından ötürü olduğunu fark ediyorum ve aptallığıma acımtrak bir şekilde gülümsüyorum. Her şey çok net, her şey çok parlak. Soğuk havaya rağmen vapurun en üstündeki açık noktaya ağır adımlarla ilerliyorum. Ağır adımlar? Evet, çünkü vapur şaşırtıcı derecede boş. En sevdiğim. İstanbul’u çıplak görmeye bayılıyorum. İnsansız İstanbul, çıplak İstanbul oluyor. Her şeyiyle ortada. Tüm güzelliğiyle bana aitmiş gibi. Gerçek kusurları da, gerçek güzelliği de. Bunu yaşama imkanını çok fazla bulamadığımdan, bu anı son damlasına kadar yaşamak için, herhangi bir şeyle meşgul olmamaya özen gösteriyorum: ne bir telefon, ne bir kitap… Hiçbir şey; sadece saf gözlem.
En üst katta yapayalnızım. Hava serin ve biraz da yağmurlu olunca, kibar insanlar burayı pek değerli görmeyebiliyorlar. Halbuki burası en güzeli. Ne sağ tarafa, ne de sol tarafa oturuyorum. Tam ortaya. Kafamı çevirdiğimde iki tarafa da eşit uzaklıkta olmayı yeğliyorum. “İnsanoğlunun doğasında bu yok mu zaten, hep daha fazlasını istemez mi?” diye kendime soruyorum, cevabı martılar şarkı söyleyerek veriyor:
“Evet, galiba öyleler! Guag! Kesinlikle öyleler! Gıg! Gıg! Gıg! Gıg!”
Belki de simit bekliyorlardır. Bilemiyorum ama simiti benden değil de, az önce birkaç metre uzağıma yerleşen çifte kumrulardan, yani sevgililerden bekleseler iyi ederler. Göz ucuyla genç çifti inceliyorum, martılar için kötü haber… Onlarda da simit yok ve martılar hiç ama hiç umurlarındaymış gibi durmuyor. İşleri güçleri sarılmak ve bu kutsal yolculuğun tadını çıkarmak. En azından ben öyle gözlemliyorum. Bakışlarımı onlardan uzaklaştırıp arkamda kalan Boğaziçi Köprüsü’ne dikiyorum. 70’li yıllarda açılan bu köprünün ve diğerlerinin olmadığı bir boğaz nasıl olurdu diye düşünüyorum. Ne yazık ki, minik hayal dünyam, bu somut şeyi, boğaz algımdan çıkaramıyor ve bir bakıma hata veriyor. Sinirleniyorum. Dolmabahçe Sarayı’nın güzelliğiyle yüzleşiyorum, ancak hemen ardından arkasında beliren iğrenç yapılar gözümü mahvediyor. Kafamı bir hışımla diğer tarafa çeviriyorum.
Kız Kulesi tam yanımda. Bu yapının nedense hep abartıldığını düşünüyorum. Ta ki yanından geçene kadar. Yanından geçerken ondan büyüleniyorum. Ama yirmi dakika sonra sorun tekrardan abartıldığını söyleyeceğime neredeyse eminim. Bendeki tutarsızlıktan mı, yoksa Kız Kulesi’nin gerçekten böyle bir etkisinin olduğundan mıdır bilemiyorum. Lakin yanından geçerken gerçekten masal dünyasından fırlamış bir yapı ile yüz yüze kaldığımı hissediyorum. Uzağındayken ise insanların çok fazla abarttığını söyleyip duruyorum. İnsanın kendisiyle çelişmesi gayet sıradan bir mevzu değil midir zaten? Her ne kadar bunu itiraf etmek bir hayli güç olsa da.
Sonunda! Martılar mutlu. Ah martılar, canım martılar. Yaşlı bir adam ve torunu olduğunu düşündüğüm minik çocuk, ellerinde simitlerle vapurun uç noktasına varıyorlar. Tıknaz, gözlüklü ve kasketli yaşlı adam, öncelikle kasketi uçmasın diye eliyle yerini sağlamlaştırıyor kahverengi şapkanın. Akabinde, torunu onu hayranlıkla izlerken, bir bir havaya sallıyor simit parçalarını… Yüzü tuhaf ve aslında komik ifadeler veriyor. Martılar birbirleriyle kapışıyor, şapşallıklarını gizlemeden koşuşturuyor ve yaşlı adam için aşk şarkıları söylüyorlar. Martıların simiti her bir kapışında minik çocuk kendisini kaybedecek derecede mutlu oluyor, ben ise bu durumu gülümseyerek takip ediyorum; az ötedeki genç çift ise bu durumla yalnızca birkaç saniye ilgileniyor.
İki adet simit ile martıları besleyen dede ve torun, içeri geçiyorlar. Martılar ise devamını beklermiş gibi takibi bırakmıyorlar. Ne yazık ki, bu seferlik devamı gelmeyecek, biliyorum.
Kadıköy’deki devasa vinçleri ve onların arkasında beliren Haydarpaşa Garı’nı görüyorum.
“Ah Haydarpaşa,” diye söyleniyorum, “dilin olsa da konuşsan!”
Tam aksi tarafta ise meşhur silüeti yaratan camiler ve yapılar var, biliyorum. Günbatımında izlemesi daha keyiflidir; bunu da biliyorum. “Ama olsun. Her şeyi en güzel zamanında yaşamak gibi bir lüksümüz olmayabiliyor bu hayatta. Bazen yalnızca tadını çıkarmalı.” diyorum ve rüzgar yüzümü okşarken tarihi yapılarda kayboluyorum.
Yağmur şiddetleniyor. Alenen ıslandığımı fark ediyorum, gözlük camlarımda beliren tanecik sayısı karşı konulamaz bir hale evriliyor. Zaten vapurun da iskeleye yanaşmak üzere olduğunu fark ediyorum, içeri geçmeye karar veriyorum. Geçmeden önce etrafımda üç yüz altmış derece dönerek son kez bakıyorum etrafıma. Puslu olmasına rağmen huzur verici bir güzellik görüyorum. “Vapur yolculuğu,” diyorum, “İstanbul’a ait en güzel şey.”
Vapurdan iniyorum, iskeleyi geride bırakıp denizden aksi tarafa usulca yürümeye başlıyorum. Bu sırada on beş dakikalık Beşiktaş-Kadıköy vapur yolculuğuna hapsedilmiş bir döngüye indirgenen bir hayatı isteyip istemeyeceğim sorusu aklımı kurcalamaya başlıyor. Uzun uzun düşünüyorum, gerçekleşmesi halinde sıkılmayacağıma karar veriyor ve Kadıköy sokaklarında kayboluyorum.

Yorumlar

  1. Istanbul'a hiç gitmemiş biri olarak iyi gezdim, sayenizde. Güzel anlatım eheheh

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kırmızı Leğen

Kırmızı Sepet

Topal İhtiyar