Kimlik Hatası

“Kimlik Hatası!”

Emektar bilgisayarımın ekranında art arda aynı hatayı görüyorum. Sorunu bir türlü çözebilmiş değilim. Her ay mütemadiyen geciktirdiğim doğalgaz faturasını ilk defa gününde yatırmak istemiştim sadece. Fakat bu kez de sistem buna izin vermiyordu. Ayağa kalkıp bir sigara yaktım. Penceremin yanında dikilip dışarıyı izlemeye koyuldum. Yağmurdan ıslanmamak için koşturan, saçları özene bezene yapılmış kadınların ve ıslanmayı hiç ama hiç dert etmeyen insanların düşüncelerinde buldum kendimi. Hayat kimileri için fazla umursanılan kimileri için ise pek öyle olmayan bir zaman dilimiydi. Bir anda esen sert rüzgar, ağzımdan salıverdiğim sigara dumanını burnumdan solumamı sağlayınca derin bir öksürük patlattım. Akşam olmak üzereydi, gün bitiyordu, tüm bu dinginlik sırasında bir anda beynim, bilgisayarım gibi hata vermişti. Burada ne yaptığımı sorgular bir vaziyete bürünmüştüm. Bir süre daha yağmuru izledim. Büyüdüğüm şehirde yağmur yağdıktan sonra müthiş bir toprak kokusu salıverirdi ortalığı; o kokuyu duymak için çok çabaladım. Olmadı, burnuma gelen tek koku, arabaların egzoz kokularıydı. Doğal ortamından alıkonulmuş bir tilkinin, kar örtüsü zannedip atlayıp zıpladığı ama sonucunda içine batamadığı çarşaf geldi aklıma. Bu beton yığını koskocaman bir çarşaf olmuştu benim için. Sahteydi, üstüme üstüme geliyordu ve gitmek bilmiyordu.


Üşüdüm, pencereyi kapattım. Bilgisayarın başına geçip son bir kez daha faturayı yatırmayı deneyecektim. Bu kez bilgilerimin kesin doğru olduğundan emin olmak için kimliğimi bulmaya çalıştım; hiçbir yerde bulamadım, yoktu. Bir şeyler sıra dışı gelişiyordu sanki. Dejavu yaşadığını anlayan insanın yaşadığı ürpertiyi yaşıyordum, bir film karakteri gibi etrafa göz gezdirdim. Farklı bir şey yoktu, iyiden iyiye kafayı yediğimi düşünmeye başladım. Tüm bunları sorgularken bir yandan da bilgilerimi girip son bir deneme atışı yaptım.


“Kimlik Hatası!”


Aynı hatayla karşılaştım. Kapattım emektarı, cüzdanımı aramaya koyuldum. Yoktu, sanırım bu kez cidden kaybetmiştim. Savruk bir insan olduğum için eşyalarımı sık sık kaybeder ama bir şekilde bulurdum. Cüzdanım ise eşyalarımın arasında belki de en değerli olanıydı. 


Gökyüzünün mavisi gittikçe siyaha evrilmiş ve odamın içi kararmıştı, tıpkı ruhumun derinliklerindeki karanlık gibi.
Bilgisayar masasının sandalyesine oturdum, odanın içindeki ahşap dolabı incelemeye koyuldum. Ustasının özene bezene sürdüğü verniğin parıltısı, içinde bulunduğum karanlığa ait olmadığını anlatmaya çalışıyordu. Daha önce hiç incelememiş gibi incelemeye başlamıştım tüm odayı. 


Kızılderili figürleri, at bibloları ve daha birçok şey… “Benimle cidden bir ilgisi var mı?” diye düşünmeye başlamıştım. Emektar bilgisayarım bile birden farklı gelmeye başlamıştı gözüme. Tuhaflıklar silsilesi içerisinde daralmıştım ve tüm bunlar olurken tam karşımdaki Kızılderili figürlerinin üstüme üstüme gelmeye başladığını hissettim. Cansız nesnelerden kaçarmışçasına sandalyeden fırlayıp odayı terk ettim.


Tutunduğum gerçekliği kaybediyor gibiydim. Kafamdaki değişmez doğruların ve o doğruların kuvvetli bir şekilde bağlı olduğu nesnelerin anlamları büyük bir ivmeyle yıkılmaya başladı. Odanın kapısının dışı da bana ait olanı bana vermemişti, farklıydı. Oldukça büyük bir apartman dairesindeydim; tam karşımda kapısı kapalı bir oda, sol tarafımda ise çok uzaktan dahi mutfak dolaplarının muhteşem göründüğü bir mutfak vardı. Kapalı kapıyı açmaya korkuyordum, kendimden dahi şüphe etmeye başlamıştım, garip bir duygu. Kapıyı açmak için ilerlesem de sonrasında vazgeçip mutfağa ve bitişiğindeki salona doğru yöneldim. Kızılderili figürleri burada da vardı; kitaplar ile film afişlerinin harika bir uyum sağladığı bir salondu. Bu kadar zevkli olduğumu bilmiyordum doğrusu! Tüm bunların içinde ne yapacağımı bilemedim. Mutfak bölümüne geçip bir bardak su içtim. Yaşadıklarımı sindirmeye çalışırken, bir yandan da yaşadığım bu inanılmaz olayı hazmetmeye çalışıyordum. Artık tembel bir gündüz uykusunda olduğumu ve birazdan uyanacağımı düşünmeye başlamıştım.


Su içerken buzdolabının üstünde farklı şehirlerden alınmış oldukları bariz olan mıknatıslı objelere gözüm takıldı. San Francisco, Las Vegas, New York gibi Amerika Birleşik Devletleri şehirlerine ait gibi gözüken objeler, benim olamazdı. Çünkü daha önce yurtdışına adım atmamıştım. Fakat diğer ülkelere ve özellikle Birleşik Devletler’e özel bir ilgim vardı. Bunun nedeni de bu ülkede çekilmiş dizi ve filmlerdi.


San Francisco’daki Goldengate Köprüsü’nün basılı olduğu objeye gözüm takıldı. Bir yerde okuduğum makale ve makalenin intihar konulu alt başlığı aklıma geldi. İçinde bulunduğum absürtlükten bir an için çıkmış ve bulunduğum habitatı özümsemiştim. Kısa sürdü, gözlerimi mıknatıslı objeden ayırınca bana ait olmayan salonla yüzleştim. Salona geri dönüp etrafta fotoğraf veya buna benzer bir şey olup olmadığını kontrol ettim. İşe yarar hiçbir şey yoktu; ne bana ait en ufak bir nesne ne de buranın bana ait olmadığını gösteren bir kanıt…


Aklım tabii ki o kapalı kapıdaydı. Unutmaya çalıştım ama olmadı. Salon ve mutfaktan sonra sırada o kapının gizlediği oda olmalıydı. Çekingen biri olduğum için bilmediğim kapıları açmak benim için her daim zordu. Sıradan bir iş görüşmesi için gittiğim bir yerde, içeri davet edilmeme rağmen kapıyı tıklayıp girmek ıstırabın somutlaşmış haliydi benim için. Tüm enerjimi topladım, ürkek bir ceylan gibi kapalı kapıya doğru ilerledim. Kahverengi ahşap bir kapıydı, kapı kolu ise Van Gogh sarısını anımsatan tok bir sarıydı. Güzel gözüküyordu ama o kahverengi ve sarı bir an için en nefret ettiğim renkler olmuşlardı.



Kahverengi ahşap bir kapıydı, kapı kolu ise Van Gogh sarısını anımsatan tok bir sarıydı. Güzel gözüküyordu ama o kahverengi ve sarı bir an için en nefret ettiğim renkler olmuşlardı.
Yine göz göze geldim o şeytanı andıran kapıyla. Şeytanla iş birliği yapacakmış gibi hissettim, arkasından neyin çıkacağını bilmiyordum, tam anlamıyla korkuyordum, belki de titriyordum da farkında değildim. Derin mi derin bir nefes aldım sanki bir daha nefes alamayacakmış gibi. Elimi uzattım usulca, önce sağıma sonra soluma baktım gayriihtiyari, kapı mekanizmasının yarattığı çok ince sesi bile duyabileceğim kadar sessizdi ortam; kapı dili geriye gelmiş, kapı gerçekten ama gerçekten açılmıştı. Araladım da araladım, her saniyede bir santimetre açtım. Beyaz duvarlar, büyükçe bir ayna ve bir komodin çıktı karşıma. Ve bir yatağın uç noktası girdi görüş alanıma, bir de tabanı bana dönük zarif bir ayak.
Kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Zihnimin en ücra köşelerinde sanki gerilim müziği çalıyor, kan akışımın şırıltısından bile endişe sesleri yükseliyordu. Kapıyı aralamaya devam ettim, bir kadın bedeniydi yataktaki. Yüzüstü yatıyor, düz ve alımlı saçları beline dik olarak uzanarak gözlerimi boyuyordu. Üstündeki beyaz gecelik ise odanın duvarlarıyla müthiş bir uyum sağlıyordu. Şahit olduğum masumiyet, bir nebze olsun, beni korkularımdan uzaklaştırmayı başardı. Aklımdaki tek soru, kadının uyuyor mu, yoksa aklıma getirmek istemediğim başka bir durumda… Uyuyor olmalıydı, öyle olsa iyi olurdu!
Kadına doğru ilerledim, neyse ki nefes alıyordu. “Çok şükür!” dedim içimden. Onu rahatsız etmek istemiyordum, lakin şimdi daha büyük bir sorunla karşı karşıyaydım. Ben bu kadının evinde ne arıyordum? Kadın uyandığında ona neler söyleyecektim, acaba onu direkt uyandırmalı mıyım? Ya beni tanımıyorsa, o zaman içinde bulunacağım iğrenç durumu nasıl kontrol edecektim? Aklımdan binlerce soru geçiyordu. Bu bedbaht durum, zihnimi inanılmaz bir mesaiye itmiş, hayatım boyunca hiç düşünmediğim kadar düşünmeye başlamıştım.
Karar verdim, kadını uyandıracaktım. Ama tanımadığınız birini nasıl uyandırırsınız ki? Omzundan dürtmek bir hayli kaba ve soğuk; saçını okşamak ise haddinden fazla samimi olacaktı. Özgüvenden nasibini almamış bir insan olarak odada gereksiz sesler cümbüşü yaratmayı deneyecektim. Ayağimı zemine vurarak birtakım sesler çıkarmaya başladım; bu sırada kendimi tam bir aptal gibi hissediyordum. Gizemli dostumun uykusunda herhangi bir değişim yaşanmadı; hatta öyle ki nefes alış-veriş frekansında dahi bir bozulma sezmedim. Yani başarısızdım yine. Derin bir nefes aldım, bunu nasıl yaptım ben de bilmiyorum, kadının saçlarına elimi yumuşak bir şekilde daldırdım. Başından başlayarak tarla sürer gibi ilerlettim parmaklarımı. Zarif bedeni hareket etmeye başladı, bir suçlu gibi olay yerini terk edercesine yataktan uzaklaştım, arkası hala bana dönüktü, ama uyandığını hissedebiliyordum.
Gizemli dostum yavaşça başını kaldırdı, bana döndü. Çıkık elmacık kemikleri, bir ovaya baş kaldıran asi tepeleri anımsatıyor; renkli gözleri, beni, dışarıda yağan yağmurdan kaçan insanların düştüğü duruma düşürüyordu; gözlerine bakamadım zira. Sıcak bir gülümseme döküldü dudaklarına, şaşırmıştım, elini bana uzattı ve devam etti:
“Günaydın, aşkım.”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kırmızı Leğen

Kırmızı Sepet

Topal İhtiyar