Hidrodinamiğin babası, akışkanlar mekaniğinin atası Daniel Bernouilli’ye nazire yaparcasına vakur bir hâlde laminer akış sergileyen bir dere gördüm geçenlerde. Daha iyi gözlemleyebilmek adına, bakımsız köy yolunu dereden uzak tutmak için yapılmış ve ancak bir arabanın geçebileceği genişlikte olan köprünün pislikten ötürü toprak rengine bürünmüş tırabzanlarına kollarımı dayadım ve güneşin başımı pişirmesine aldırış etmeden dört beş metre altımda sakince akmakta olan suya ve bünyesinde barındırdığı nesnelere dikkatlice bakmaya başladım: Sağda solda irili ufaklı çalılar, derenin sığlığından dolayı gün yüzüne çıkmış farklı boyutlarda taşlar, bir oraya bir buraya atlayan kurbağalar, bilinçsizce hareket eden balıklar ve taşa takılmış kırmızı bir leğen... Ne balıklar ne kurbağalar ne de çalılar… Yalnızca kırmızı leğen ilgimi çekmeyi başarabildi. Taşa takılmıştı, kurtarılmayı bekliyordu sanki. Gözlerimi kısarak leğene pozitif bir enerji göndermeye çalıştım, oradan kurtulması için var gücüml
İzmir Basmane Tren Garı'nın 3.peronundan, saat 19:12'de yola çıkan eski püskü bir demir yığınının 4.vagonunda oturuyordum. Güneş, diyarımızı terk etmek üzereydi. Başka yerleri aydınlatmaya, başkalarına umut olmaya hazırlanıyordu. Trenin penceresinin ardında kalan dünyayı aheste bir hâlde takip ediyordum. Yorgundum, bitkindim, biçareydim. Saatlerce sürecek seyahatim sırasında iç dünyamda yolculuk yapmayı, yanlışlarımı ve doğrularımı gün yüzüne çıkararak, onları bir bir kontrol etmeyi planlıyor; trenin karanlık camında kendimle göz göze gelerek hayatın anlamına bir adım daha yaklaşmayı umuyordum. Vagon neredeyse bomboştu. Çocuklu birkaç anne, yalnız üç beş insan ve ben... En azından gözüme çarpanlar, bunlarla sınırlıydı. Tren bir beşik gibi sallana sallana yola koyulurken, güneşin tamamen kayboluşuna tanıklık ediyordum. O esnada yanımdan topallayarak geçen yaşlı bir adam, birdenbire önümdeki boş koltuğa oturdu. Sonradan öğrendiğime göre engelliler için üretilmiş bu koltuklar, y
Üstünde yıpranmış bir mont, elinde çay bardağı... Televizyonda hep bir ağızdan konuşan insanları dinliyordu. Reklama gitmek zorunda olduğunu söyleyen moderatörün susmasıyla evde birkaç saniyelik bir sessizlik oldu. Reklam müziği başlar başlamaz annesi lafa girdi, sonra babası. Yüksek sesli konuşmaları televizyonu bastırdı. Genç adam ise elindeki çayı yudumladı. Muhafazakar bu ailenin en ufak çocuğu R., ailesiyle pek paralel düşünmezdi. Ancak annesinin ve babasının her dediğini gerçekleştiren abisine ve ablasına bakınca onların mutlu olduğunu fark ediyor ve sorunun kendisinde olduğunu düşünüyordu. Annesinin de babasının da yaptığı fedakarlıklar yaşadığı şehirden doğduğu kasabaya kadar yol olurdu. İstanbul’dan o topraklara çok yol vardı. Bunu düşündü, tüm fedakarlıklar ne içindi, ne olabilmişti emin değildi. Bu sırada babasının çayı içerken çıkardığı sese sinir oldu: hüüüüüüüüp. Bir şey demedi. Oturduğu koltuğun yanındaki pencereden dışarı baktı, diğer apartmanların solmuş yüzeyi ve göky
Yorumlar
Yorum Gönder